-
ekspresyonizm
İsimFransızca
Dışa vurumculuk
Ekspresyonizm Nedir ? (1905-1925)
Yirminci yüzyılın başlangıcında Almanya’da ortaya çıkan ve bir tepki hareketi olan ekspresyonizmin, şu demek oluyor ki dışavurumculuk akımının tarihçilere nazaran çeşitli başlangıç yılları vardır. Kimisi 1900 yılı başından itibaren alırken, kimisi 1910 yılından itibaren alır. Fakat malum, ekspresyonizm’in 30 yılı aşmayan bir akım olduğudur.
Aşağıda ekspresyonizm akımını çeşitli bölümlerde göreceğiz. Bunlar sırasıyla tanımı, Ekspresyonizmin ortaya çıkmış olduğu siyasal zemin, genel özellikleri, karşı olduğu akımlar ve sebepleri, sanat ve edebiyattaki ilke ve nitelikleri ve son olarak da akım içinde yazılmış eserlerin tür özellikleridir.
Ekspresyonizm Nedir ?
Ekspresyonizm Tanımı
Almanya’nın Siyasal Ortamı
Ekspresyonizmin Genel Özellikleri
Ekspresyonizmin Evreleri
Ekspresyonizmin Karşı Olduğu Akımlar
Sanat ve Edebiyattaki İlke ve Nitelikleri
Ekspresyonizm Türlerinin Özellikleri
Felsefe’de Ekspresyonizm Tanımı
Kaynakça
1. Ekspresyonizm Tanımı
…EY ASKER
Ey cellât ve haydut! Sen Tanrı’nın yollamış olduğu
afetlerin en korkuncu!
Ne vakit artık,
Sorumu hem kaygı hem de çılgınca bir
sabırsızlıkla soruyorum!
Ne vakit artık kardeşim olacaksın?
Johannes R. Becher
Dışavurumculuk akımının doyurucu bir tanımı şöyleki der:
“Estetikte, sanatçının yaratma sürecinin temelde dışavurumsal bir fiil ve sanatçının izlenimlerini, duygularını, sezgilerini ve tavırlarını açığa çıkarmasından ve gözler önüne sermesinden oluşan bir süreç bulunduğunu korumak için çaba sarfeden akım.”
Devamında, dışavurumculuğun hem sanatın temelinin bir nesne ya da üründen fazlaca, sanat eserini yaratanın tecrübeleri ve hisleri bulunduğunu, hem de sanat eserinin değerinin, söz mevzusu yaratıcı ruhun tazeliği, bireyselliği, özgünlüğü ve içtenliği tarafınca belirlendiğini öne devam eden bir akım bulunduğunu belirtir. Sanatçının gerçekliğe bağlı kalmak, seyirci ya da dinleyicisinin hoşuna gitmek şeklinde bir sorumluluğu bulunmadığını iddia eder. Bunu ilerde göreceğiz.
Felsefi açıdan bir tarif arandığında ise, şöyleki bir anlatımla karşılaşmak mümkündür:
“Kendilikçilik. Fenomenolojik anlayışta sanat görüşü.
Ernst Mach’ın izlenim felsefesini sanatta gerçekleştiren izlenimcilik akımına karşı kendilikçilik akımı, Alman düşünürü Edmund Husserl’in fenomenolojisini sanatta gerçekleştirir.”
Husserl, olaybilim yöntemiyle varlığı paranteze alıp onu tüm dünyalılardan soyutluyor ve geriye kalan som kendiliği inceliyordu. Böylelikle dünyaya bu kendilikten açılıyordu. Kendilikçilik, şu demek oluyor ki dışavurumculuk da bu yöntemle emek vererek kendilikleri sanatın mevzusu yapmakta ve duyu organlarının getirdiklerini paranteze alarak onlardan soyutladığı kendilikleri belirtmeye iş koşturmacasındadır.
Tanımını belirledikten sonrasında, dışavurumculuğun {nasıl} bir siyasal ortamda doğduğunu görmek için Almanya’nın siyasal ortamını incelemeliyiz. Bu kısmı, Yeni İnsan Dergisinin yirmi altıncı sayısından olduğu şeklinde aktarıyoruz.
2. Almanya’nın Siyasal Ortamı
19. yüzyılın ikinci yarısında 18 Ocak 1871 tarihinde Fransa ile yapmış olduğu savaşı kazanan Prusya, o güne kadar dağınık halde yaşayan Alman prensliklerini bir kralın buyruğu altında toplama hayalini gerçekleştirir. Alman İmparatorluğu’nun önderi Prusya kralı I. Wilhelm olur. Almanya’nın bir araya gelmesi ile İngiltere şeklinde dünyanın büyük emperyalist güçleri arasına girmeyi amaçlayan Almanya, Otto Fürst Von Bismarck’ın izlediği politikayla bunu başarır.
I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sözde parlamentosu ile monarşik devlet anlayışını sürdüren Bismarck, emperyalist Almanya’yı, Avrupa’nın ikinci kuvvetli devleti yapmıştır. Parlamentoyu işlevsel kılmaya çalışan liberal burjuvaları devlet düşmanı ve hain duyuru eden Bismarck, sanayileşme ile beraber yükselen işçi sınıfından hemen hemen habersizdir. Toplumsal demokrat kanat altında Bismarck’ın politikasına karşıcılık etmeye başlamış olan işçi sınıfının temsilcileri ise Ferdinand Lassalle, August Bebel ve Wilhelm Liebknecht olmuşlardır.
1888 senesinde I. Wilhelm’in ölümü ile yerine III. Friedrich geçmiş, sadece tahtta üç ay kalabilmiş ve tahta II. Wilhelm oturmuştur. Ayrıca 1890 senesinde kurulan Toplumsal Demokrat Parti parlamentoda en kuvvetli kanat durumunu alır. Bunun üstüne liberal hareketi destekleyen burjuva sınıfına karşı, işçi sınıfının çıkarlarını gözeten bir siyaset izleyen Toplumsal Demokrat Parti, parti içindeki Liebknecht’in önderliğindeki toplumcu kanadı partiden ihraç ederek politikasını değiştirir. Parlamento artık II. Wilhelm’in kararlarını karşıcılık göstermeden kabul eder hale gelmiştir. Bu kararlardan bir tanesi de II. Wilhelm’in baskısıyla, 4 Ağustos 1914’te bir suikast sonucu Avusturya tahtının varisi Dük Franz Ferdinand’ın öldürülmesinden dolayı (28 Haziran 1914) İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu birliğe karşı cenk açılmasıdır.
Liebknecht muharebeye karşı oy verdiği için tutuklanır. Bu kararla emperyalist Almanya, tüm Avrupa’yı kana bulayacak olan paracı muharebeye (1. Dünya Savaşı) girmiş olur. Dört yıl devam eden ve 1918’de imzalanan ateşkesle noktalanan bu muharebede tüm enerjisini yitiren Almanya, 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles anlaşması ile ağır koşulları kabul ederek teslim olur. Aynı yıl Spartakist Birliği’ni kurarak Berlin’de toplumcu bir devrim girişiminde bulunan Liebknecht ve Rosa Luxemburg öldürülür. Berlin’deki ayaklanma kanlı bir halde, 1918’den Hitler’in iktidara geleceği 1933 yılına kadar Almanya’yı yöneten Weimer Cumhuriyeti’ne bağlı birlikler tarafınca bastırılır.
3. Ekspresyonizmin Genel özellikleri
Dışavurumculuk akımının en güzel açıklamalarından birisi şudur: bireysel duruşlarıyla nevi şahsına münhasırlar hareketi.
Peki, dışavurumculuk kavram olarak ilk kimin tarafınca nerede ve {nasıl} kullanılmıştır? Bu mevzu tartışmalı olsa da Alman edebiyatına ilk girişi Kurt Hiller vasıtası ile 1911 senesinde olmuştur. Fotoğraf sanatından gelmedir ve Hiller bu kelimeyi “çağıl” anlamında kullanmıştır.
Kelimenin kökenine baktığımız vakit, Latince ‘expressio’, ‘exprimere’ sözcüklerinden gelmektedir. Sözcüğün ödat biçimi olan expressiv, dilimize “ifadecilik, ifadeci, ifade ağırlıklı” olarak çevrilebilir. Sadece sözcük öteki taraftan insanoğlunun içinde yer edinen bir ekip gizli saklı kalmış duygu ve düşünceleri ‘açığa çıkartma’, ‘dışa vurma’ anlamlarını da içermektedir. Bu durumda sözcüğü lügatımızda ‘dışavurumculuk’ olarak karşılamak gerekiyor. Bu sebeple terim yalnızca 20.yy a ilişik değildir. skolastik dönem kilise resimlerine baktığımızda, ifade ağırlıklı (ekspessiv) diye adlandırabileceğimiz emek harcamalar görebiliriz. Ortaçağ sanatçısı diğeri dünyaya ilişik gerçeği yakalamak için, nesnelerin görünüşteki biçimlerini değiştirip stilize ederek onların içlerinde taşıdıkları diğeri dünya ile ilgili aslolan anlamı ortaya koymaya çalışan ifadelere ağırlık vermiştir. 20.yy dışavurumculuk bunu yapmamıştır.
Yeni İnsan dergisinin 26. Sayısında Yiğit Tuncay, bu akım hakkında şöyleki bir yorum yapar:
“İnsanın gerçeklikten soyutlanmış, edilgen ve çaresizliğini yansıtan türden edebiyat eserlerinin yazıldığı bir dönemdir bu. Erotizmin, bunalımın, hastalığın, ölümün ve gerçekliğin yerine hayal dünyasının ağır basmış olduğu soyutlamalarla kendini anlatmaya çalışan sanatçıların çokluğu kaçınılmaz olmuştur. Bunların yanı sıra, politize olmuş, kralı, militarizmi ve burjuvaları eleştiren anarşist fikirler de edebiyata girmeye başlamışlardır.”
Bu cümlelerden de anlaşılacağı suretiyle, ekspresyonizm, Gürsel Aytaç’ın da belirttiği şeklinde başlangıçta güzel duyu ve felsefeye dayalı iken hemen sonra politik yönü ağır basmıştır ve zaman içinde “her şeye karşı” bir akım haline gelmiştir.
Dışavurumculuk akımı yazarları, üslup açısından İsveçli August Strindberg ve Amerikalı Walt Whitman’dan etkilenmişlerdir. Mevzu bakımından ise Rus yazar Leo Tolstoy ve bilhassa Fyodor Dostoyevski’ye dayanırlar.
1905-1914 arası yazarlar, ressamlar, hepsi bu bunalımlı dönemden hoşnut değildiler. Kırık dökük insan ilişkileri, kentlerdeki yaşamın delice hızı, köleliğin her çeşidi kıymet ölçüleriydi.
Ayaklanmadan yanaydılar. Aile, öğretmen, ordu, imparator, kurulu düzenin tüm yandaşlarına karşıydılar. Aşağılanmış yaratıkların, düzenin kıyısında kalanların, ezilmişler topluluğunun yoksullar, akıl hastaları ve gençlerin dayanışmasını savunuyorlardı.
1. Dünya Savaşı patlak verdiğindeyse, birçok genç yazar muharebede yaşamını yitirmiştir. Cenk başladığında bir askeri tıp servisinde vazife icra eden Georg Trakl, katılmış olduğu Grodek çarpışmasından sonrasında ruh sağlığı bozulmuş ve tedavi görmesi için yatırılmış olduğu hastanede aşırı dozda uyuşturucuyla yaşamına son vermiştir.
Daha cenk başlamadan ilkin ölen Georg Heym ve Jakob Von Hoddis’in arkasından Ernst Stadler, August Stramm, Alfred Lichenstein çarpışmalar esnasında ölen genç dönem yazarlarıdır. Böylece kendilerinden fazlaca şeyler beklenen yazarlarını yitirmiştir dışavurumcu edebiyat. Başarısız bir akım olmasında, Gürsel Aytaç’ın belirttiği ekonominin iyileşmesi ve sermayenin yükselmesi şeklinde düzelmeler haricinde bu sebebi de söyleyebiliriz. Doğal ki, düzelmiş bir iktisat bunalımı ortadan kaldırır ve bunalımsız bir ortamda düzene karşı çıkmak anarşizm’e yönelmektir.
Ortada acıları olan bir dönem vardı. Bir tepki kuşağıydı bu, bazılarına nazaran ise bir feryat. 19. yüzyılın getirmiş olduğu düşünsel çekişmeleri göğüslemeye çalışan bu dönem, öteki taraftan 1. Dünya Savaşı ile yüzyüze gelmişti. Bu bir patlamaya yol açtı ve her şeye birer birer karşı çıktılar.
Dünyayı köleleştiren makineleşme, endüstrileşme, militarizm ve kapitalizme; sosyalizm komünizm, posivizim ve anarşizm ile cenk açtılar. Cenk açtıkları kavramlara baktığımızda, Bu akımın aslen bunalan Avrupa’nın yeni arayışı bulunduğunu ve huzursuzlukla temellendiğini görürüz.
Burhanettin Batıman, Ekspresyonizm hakkında şu noktaya dikkat çeker:
“Bu akımın özünde heyecanlı ve alev ateş bir sosyalizm yatar. Hedefleri, tanrıyı dünyaya iade etmektir. İyiyi, asili ve gerçeği sözle değil, işle hakikat haline koymaktır.”
Yeni insan, yeni bir dünya, yeni bir toplumsal yapı, yeni bir gerçek, yeni bir sanat anlayışı yada özlemi… Kısacası yeni bir dünya isteği içinde olan bu akımda Milliyetçi düşünceden insancıl, şu demek oluyor ki bireysel düşünceye geçmiştir.
Ekspresyonizmde ruh, dış dünyadan önemlidir. Yazar kendini dış dünyadan ve kendinden bile soyutlayarak iç ruha yönelir. Ruh, realitenin verdiği maddeleri, sanatkârın duygu, irade ve kabiliyetine uygun bir halde işleyen, yeni idealler şeklinde yaratan etkin bir kuvvettir. Buna nazaran yazar eseri oluşturabilmek için ilkin yaşamı ve toplumu arzu, irade ve idealine nazaran değiştirir, ruhun süzgecinden geçirir ve arkasından almış olduğu intibaları işler. Doğal ki bunu yaparken karşıt olduğu akımlar şeklinde maskeler takmadan her türlü alçaklığı, iğrençliği, habaseti ve rezaleti en karanlık köşelerine kadar gözler önüne serer. Fakat eylemsiz kalınmaz. Amaç, dünyayı değiştirmektir.
Her şeyi değiştirmenin amaç olduğu bu akımda şairin bir mesajı olmalıdır. Şiirleri ile yeni bir dünya yaratmalı ve kurucu olmalıdır. Dışavurumcu yazarlar, ilkel kavimlerin sanatlarına yöneldiler. Ek olarak Barok devrin gotik sanatına ve mistisizmine ilgi duydular. O çağların tipik yaşam korkusu (Lebensangst) ve dini coşkusunu tekrardan yaşamayı amaçladılar.
Cenk ve dünya çöküşü sanrıları, sanat ve edebiyatı etkiledi ve devrin ruh halini yansıttı. Daima süregelen mevzular kıyamet, tufan ve mahşer günüydü; tasvir, kendinden geçilene kadar artırılırdı.
Franz Blei, Eric Mühsan, Herwarth Walden, Else Lasker Schüler, Franz Pfemfert, Rene Schickle, Ludwig Rubiner ,1910’lu yıllardan sonrasında başlamış olacak olan dışavurumcu edebiyatın hazırlayıcıları, öncüleri olmuşlardır.
Dışavurumculuk yazarları amaçladığı dünya için, kendilerine örnek seçtikleri beş peygamberin (yol gösterici) izinden gitmişlerdir. Bunlar sırasıyla şu şahsiyetlerdir:
Hz. İsa: Hıristiyanlığın ezilen peygamberi olan Hz. İsa’nın, sulh, sevgi ve kardeşlik üstüne kurulu bir dünya, “yeni insan” çabası vardı. Bu fikir, ekspresyonistlerin yeni dünya ve yeni insan amaçları ile uyuşuyordu. Fakat ilerleyen zamanlardaki Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın amacından saptılar. Bu yüzden ekspresyonistler, Marksizm ve sosyalizm e yakınlık gösterdiler.
Charles Darvin: Bilinmiş olduğu anlamıyla evrim, bir canlı popülâsyonunun genetik kompozisyonunun zaman içinde değişmesi anlamına gelir. İnsanın iç dünyasının değişeceğine inanmaları, onları Darvin’in evrim teorisine yaklaştırır. Eğer insan değişmiş olur, savaşma, sömürme, egemen olma, tahakküm etme içgüdüsünden vazgeçerse, sadece o vakit mutlu olabilir.
Sigmund Freud: Freud, psikiyatride “ruh çözümü” isminde olan bir yöntem geliştirdi. Buna nazaran, ruhsal sorunların kaynağını, hastaların bastırdıkları ve bilinçaltına ittikleri sorunlarda aradı. Dışavurumcuların Freud’a yaklaştıkları mevzu, İnsanı felakete götürmüş olan temel faktördür. Bu unsur, insanoğlunun birçok duygularının terbiye, din, töre adına cemiyet tarafınca kısıtlanması yada yasaklanmasıdır.
Yeni İnsan dergisinde Yiğit Tuncay Freud psikanalizi ile dışavurumculuk arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar:
“Bastırılan tüm bu duyguların ileride bir hastalık deposu haline gelmiş olarak ‘nevrozlar’ diye tanınan patolojik vakaları yarattığını söylüyordu Freud. Böylelikle Freud, eski psikoloji anlayışının aksine dış etkenlere değil de, insanoğlunun içinde yer edinen şuur dışı dünyaya bağlıyordu psikolojiyi. Dışavurumculuk, insanoğlunun iç yaşamına yönelme eğilimini sanat alanında gerçekleştiren bir akım olarak örtüşüyordu Freud’un düşünceleriyle. Daha doğrusu Freud yardımıyla insan ruhunun derinliklerine, karanlık dürtülerine, özlemlerine, insanoğlunun öznelliğini tanımlaması açısından bir yol buluyordu”
Marks ve Nietzsche: Dine, töreye, cemiyet değerlerine, aristokratlara, burjuvaya cenk açıyorlar. Onların en büyük derdi, insanoğlunun geleceğidir. Marks’ın şu sözleri dikkat çekicidir:
“…Nesnelerin görünüş biçimleri ile özleri direkt çakışsalardı, tüm bilim, fazladan ve gereksiz olurdu.”
Ek olarak Ekspresyonistler Nietzsche hayranıdırlar. “Bu şekilde buyurdu Zerdüşt” adlı kitaptaki öğretileri temel almışlardır.
Eserlerindeki derin huzursuzluğun deposu “{Nasıl} savaşmadan kardeşçe refah içinde yaşanılabilir?” sorusunun altında yatar. Bu akım, bu probleminin çözümünü aramıştır. Bu sırada üç büyük evreden geçmiştir.
1. Evre: 1910-1914 arası dışavurumcu edebiyattır. Çıkışında ferdin derinliklerinde yatan yaşanmış deneylere şekil veren bir sanattır. Doğayı öykünmek etmeye tepki gösterildiği sürece, üslup çeşitlemeleri önemsizdir.
Ek olarak bu dönem yazarları, sanat eserlerinin anlamı ile yansıtılan nesnenin birbirinden tümüyle kopuk bulunduğunu, yansıtılan nesnenin artık anlatılmak istenen olmadığını, anlatılanı idrak etmek için meydana getirilen bir çağrıyı oluşturduğunu söylüyorlardı. Onlara nazaran gerçekte görülen gerçek emsalsiz olamazdı.
2. Evre: birinci evrenin sonucu gibidir. 1914 yılından sonrasında, mevcud düzeni değişiklik yapma isteği ve coşma, aşırı duygulanma şeklinde terim ve tanımlarla beraber anılmaya başlandılar. İdeolojisiz sanat olamazdı. Bu yüzden kimi sanatçılar faşizme, kimi sanatçılar ise bir toplumcu devrime destek verdiler.
Gottfried Benn’in tüm bu farklılaşmaları bir amaçta buluşturan tanımı şöyledir:
“dışavurumculuk, dünyayı da yok etmek için kendi kendini yok eden bir dil kullanan ‘patlayan bir ayaklanma, bir kendinden geçme, nefret ve bir ekip yeni değerlere susama’dır.”
Benn’e nazaran, toplumda köktencilik bir yenilenmeyi sağlamak için, sanatın tüm güçlerini birleştirmesi gerekliydi. Daha doğrusu yaşamı canlandırmak için, tüm alanlarda yapılması ihtiyaç duyulan bir devrimle gerçekleşebilirdi.
Aynı dönemlerde Yvan Goll ise 1921’de şu sözleri sarf ederek dışavurumculuğun tarihsel önemini vurguluyordu:
“Dışavurumculuk devrim ve savaşın edebiyatıdır, aydının güçlüye karşı direnmesidir; vicdanın, körü körüne boyun eğmeye karşı başkaldırmasıdır; kalbin, soykırım fırtınasına ve ezilmişlerin sessizliğine karşı haykırışıdır”
Sonu Olmayan Çevrim
Yapayalnız, kim olduğu bilinmeyen
Ölü sokak kadının azı dişi
Altın dolguluydu.
Öteki dişler gizlice anlaşmış şeklinde
Çekip gitmişlerdi.
Morg bekçisi kopardı onu,
Rehine verdi
ve dans etmeye gitti.
Bu sebeple, dedi, bir tek toprak toprağa geri
dönmelidir.
Gottfried BENN (1886-1956)
3. Evre: 1914-1920 yıllarında edebiyatın ütopik ve apokaliptik olmak suretiyle iki damarda iz sürmesidir. Üçüncü devreyi idrak etmek için, bu iki damardan söz etmek gerekir.
Ütopik damardan yürüyen dışavurumcu sanatçıya baktığımızda çağının sorunlarıyla yakın bir ilişki içinde olmasına karşın, bunalım ve sorunlardan sıyrılarak tüm insanlığın daha iyiye, daha olumluya gidebileceği düşüncesi ile mühim bir çaba harcadığını görürüz.
Avrupa devletlerinde yaşanmış olan bunalıma karşılık apokaliptik dışavurumcular, çökmek ve çöküş sözcükleriyle devamlı olarak siyasal ortama gönderme hayata geçirmeye çalışmışlardır.
1910’da Herwarth Walden ‘Fırtına’ (Sturm), 1911’de Franz Pfemfert ‘Fiil’ (Akcion) ve 1913’te Rene Schickele ‘Beyaz Sayfalar’ (Weisse Blaetter) adlı dergileri kurmuşlardır. Öteki dergiler der blaue Reiter (Münih) ve die Brücke’dir (Dresden). Bu dergilerde George Heym, Ernst Stadler, Georg Trakl, Gottfried Benn, Franz Wefel, Albert Ehrenstein, Johannes R. Becker şeklinde genç yazarlar adlarını duyurmaya başlamışlardır.
Genel özelliklerinde söyleyeceğimiz son sözü, Yiğit Tuncay’dan almak doğru olacaktır:
“Kısacası onlara nazaran çöken, yaşlı Avrupa’nın siyasal anlayışı ve ekonomik düzenidir. Bu çöküşün yanı sıra, Avrupa kültürü ve düşüncesinin yüzyıllardan beri temelini oluşturan akla duyulan sarsılmaz güvenin, 20. yüzyılın başlangıcında büyük sarsıntılar geçirmesi gerçeğini ‘o güzelim aklımız çıldırıyor’ cümlesiyle ifade ediyorlardı.”
4. Karşı olduğu akımlar fikirler ve sebepleri
Doğacılık, Empresyonizm, endüstri çağı, burjuva halkı, ekonomik dengesizlik, cenk yıkımı… Yenilik arayan bunalmış insanoğlunun portresini çizen dışavurumculuk zaman içinde “her şeye karşı” bir akım haline gelmiştir. Sırasıyla bu kavramları inceleyeceğiz.
Dışavurumculuk, Doğacılık’e karşı çıkarken şu sebebi ortaya atmıştır: Doğacılık, sanatı bilimsel kadercilikle ya da görünenle sınırlar. Gerçekçi bakış açısına bu akımda yer yoktur.
Empresyonizm akımına karşı çıkması ise şu şekilde olmuştur: empresyonizm, şu demek oluyor ki izlenimcilik, iç ve dış âlemi en karanlık köşelerine kadar inceleyip aydınlattığından, şiir ve edebiyattaki tasvirleri zenginleştirmiştir. Fakat insan zayıf iradesi yüzünden toplumun esiridir. Kendi kaderini belirleme etmeye gücü olan karakterler ve kahraman tipleri yaratamamıştır. Bunun sebebi, insanoğlunun cemiyet esiri eylemsiz bir varlık olarak düşünülmesi ve çevre ve toplumu tasvir ederken bir fotoğraf makinesi görevi görmesidir. Bu edebiyatı mahva götürür. Sanatkârlar, yaşamın sunmuş olduğu mevzuları işleyip biçim vermemiştir. Ekspresyonizmin karşı çıkmış olduğu nokta budur. An’ın geçici izlenimlerini esas alan, heybetli fakat özden yoksun dış “yüzeyler” sunan, kendilerini besleyen toplumun şeytaniliğini gizleyen İzlenimci sanat ve edebiyata karşıdır.
Endüstri çağına karşı çıkması, bu dönemin yaşamı manasızlaştırması yada bütünüyle maddileştirmesidir. Endüstri toplumunun bayağı dünyası iskelet şeklinde ve yapay yapılar çıkarıyordu. Bu yanlıştı.
Ekonomik dengesizlik burjuva ahlakını etkilerken cenk yıkımına sebep oluyordu. Netice olarak, yaşanılan yaşamın tüm duygu ve müesseselerine yöneltilen bir tepki hareketi ve yalnızlaşan aydın insanoğlunun ruh çığlığıydı dışavurumculuk.
5. Sanat ve Edebiyattaki İlke ve Nitelikleri
5.1. Gerçek:
Gerçeği aramada ekspresyonistlerin kendilerine sordurulmuş olduğu sual şudur: Dış dünyada mevcud bir nesneyi kopyalamak bizlere ne kazandırır?
Ekspresyonistler, evvel de belirttiğimiz şeklinde yeni bir gerçek arayışındadırlar. Bu gerçek, gerçekçi ve natüralistlerin inandıkları maddi ve görünenle sınırı olan bir gerçek değildir.
Sembolistlerin inandıkları, maddenin arkasındaki gerçeklik değildir. Eflatun’un inanılmış olduğu ideler âlemindeki gerçek de değildir.
O vakit nedir? Bu suali sorduğumuzda aldığımız yanıt şudur:
“dış gerçek, aslolan gerçeğe ulaşmada bir engeldir.”
Dışavurumculuğa nazaran, gerçek başka bir yerde değil, sanatkârın ruhunda gizlidir. Nesnel değil, özneldir. Esas olan, sanatkârın gerçeğidir. Vakit ve mekân sınırlarını aşıp “iç gerçeklik”’e erişme ve onu ifade etme önemlidir. Nesneler olduğu şeklinde değil, olması gerektiği şeklinde verilir. Kastedilen, manadır.
Amaçlanan gerçekliğe, soyutlama ve simgeleme yolu ile ulaşılır. Gerçek, olduğu haliyle emsalsiz değildir. Onu biz yaratmalıyız, anlamı onun arkasında saklıdır.
Örneklemek gerekirse; empresyonizm in amacı, tanıttığı nesnedir. Resimde görülen şey her neyse, odur. Ne azca, ne fazlaca. O nesnenin anlamı ve evreni somut bir ortamla sınırlandırılıyordu. Ekspresyonizm’de ise resmin anlamı ile ilk yansıtılan nesne kopuk.
Netice olarak diyebiliriz ki; ekspresyonizmin gerçeği, sanatkârın iç dünyasında şekillenmiş “kurgusal” bir gerçekliktir.
5.2. İç gözlem ve Dışavurum:
İç gözlem ve dışavurum metodunda izlenmesi ihtiyaç duyulan iki belirli aşama vardır. İlk aşama, iç gözlemdir. Sanatın amacı ve görevi, sanatkârın kendi iç dünyasını gözlemektir. Dış dünyada bulamadığı mutluluğu kendi iç dünyasında arayan ve bulduklarıyla dış dünyayı değişiklik yapmak isteyen kişidir.
İkinci aşama ise dışavurumdur. Sanatkar, kendi iç gözlemlerini, sanatın imkanları dâhilinde dışa yansıtmalıdır.
Ekspresyonizme nazaran sanat, sanatkârın duygularını, sezgilerini, izlenimlerini ve düşüncelerini açığa çıkarması yada gözler önüne sermesini esas alan, dışavurumcu güzel duyu bir faaliyettir.
5.3. Ferdilik ve soyutlama:
Ekspresyonizm, bütünüyle ferdiyetçidir. İnsanı, içinde yaşamış olduğu toplumdan, hatta kendisinden bile soyutlar. Geriye kalan iç ben-ruh’tur ve bu ruh, canlı bir ruhtur. Bu mevzuda Max Krell “Kati söylemek gerekirse, ekspresyonistlerde “biz” yoktur. “ der.
Lionel Richard, ekspresyonizmi anlatırken şu cümleleri sarf eder:
“Gerçeklerden kaçıp soyutlamaya sığınma eğilimi, o dönemin sanatçısının cemiyet içindeki durumundan kaynaklanıyordu. Burada gene Almanlara özgü bir evrim göze çarpar: yazar cemiyet içinde minik burjuva konumundaydı; fakat bir aydın olarak belli bir sınıfa dâhil değildi, toplumsal bir kimliği yoktu. Yazar bu boşluğun bilincindeydi ve bunun ona verdiği sızıyı kendi içine kapanarak yok etmeye çalışıyordu. Toplumun baskısı altında alman aydınının çekmiş olduğu acı, onu kendinden başka amaç aramayan bir sanat yöneltti. Sanat özgürlüğe giden yol olarak görülüyor, böylelikle güzel duyu bir duygu, dini bir niteliğe bürünüyordu.”
5.4. Eğitici, Faydacı sanat:
Dışavurumcu sanatkârlar, kimi vakit ümitli, kimi vakit karamsardırlar. Kendilerini reformcu addederler. Amaçları okuyucuyu eğlendirmek ve güzel duyu haz değil, onu sarsarak ve şaşırtarak içinde bulunmuş olduğu uyuşukluktan kurtarmak ve değiştirmektir. Okura farkındalık aşılanır.
5.5. Dil ve üslup:
Ekspresyonistler için mühim olan geniş kelime haznesi, değişik dil imkânları ve yenilenmiş dildir. Bir noktadan sonrasında dilde bulunan kalıplar kafi görülmemiş ve yeni kelime türetmeye kadar varmıştır iş. Çeşitlilik, coşkulu ifade ve ölçülülük esastır. Geleneksel formların ortadan kaldırılması, gizyazı dili diye anılan yolla gerçekleşiyordu. Bu üslup dadaizme yol açtı diyebiliriz.
6. Türlerinin Özellikleri
Erken dışavurumcu şiir örnekleri Fransız ozan Arthur Rimbaud tarafınca verilmiştir. Ek olarak Charles Baudelaire’in “Les Fleurs du Mal” adlı şiir derlemesi son harekete geçiştir şiirde.
Lirik türünde kendini gösteren dışavurumculuk, şiirde derin coşku ve ısı yanında fazlaca kere de mübalağa ve ifrat göstermekte, şekilsizlik ve ölçüsüzlüğe düşmektedir. Burhanettin Batıman, yapıt kahramanları hakkında şu yorumu yapar:
“Eserlerde karakterler fazlaca kere kendi mukadderatlarını yaşamayan, tersine şairin fikrini taşıyan varlıklar olduğundan, canlı bir nitelik arz etmezler.”
Realite umumiyetle şairin ruh süzgecinden geçmiş olduğu için fazlaca kere değişmiş, tanınmaz hale gelmiştir. Hadiseler natüralist görüşle tasvir edilmez. Olayların seyrine yazarın müdahalesi vardır.
Ekspresyonizmin trajik eserleri natüralist tiyatroya tepkidir ve sırf tekniğe dayanan bu medeniyetin boşluğuna karşı savaşım ederler. Natüralist tiyatrodaki psikoloji, içtenlik, sükûn ve trajediye karşılık, Ekspresyonist dram büyük biçim, coşku abstraksiyon ve tip tasviri ortaya koyar.
Dışavurumculuk fotoğraf sanatından gelme bir terimdir. Resimde ekspresyonist yaklaşım üstüne Felsefe Sözlüğü şöyleki der:
“Bu bir doğa ötesi sanat anlayışıdır. Ergonomik bir örnekle açıklamak gerekirse, bir karpuzu resmeden tabloda bir karpuz görülmez, şundan dolayı paranteze alınmış özdeksel bir dış dünya varlığıdır. Buna karşı ressamın “karpuzun kendiliği olarak kavradığı öznel bir şekil” resmedilmiştir. Bu çığırın yol açıcısı meşhur ressam Van Gogh’dur. Bu akıma bilhassa Picasso’yla, aynı felsefel temelde olan Kübizm’e varmıştır. Gerçek biçimler, yerlerini, geometrik biçimlere bırakmıştır. Bu sebeple geometrik biçimler “varlığın kendiliği”’dirler. Güzel bir karı, doğa ötesi çözümlemede, geometrik bir biçimdir. “
Ek olarak, Barbara Baumann, bu akımın fotoğraf sanatında mühim bir noktaya değinerek şunları söyler:
“Mecmualardaki baskı resimler ve gazete resimleri, yazılmış kelimelerin tesirini tamamlıyordu. (…) Norveçli ressam Eduard Munch’un “Feryat” adlı tablosu, ekspresyonist duyguların ifadesinin en ünlüsüydü.”
Ekspresyonist cemiyet gerçeğe sırt çevirilmiş olduğu için başarı göstermiş olamamıştır. Georg Lukàc, “ekspresyonizm son burjuva toplumunun soysuzlaşmış bir anarşist çehresidir. Cemiyet gerçekliğini görmemiştir.” diyerek ekspresyonist akıma olan tepkisini dile getirmiştir.
Tiyatro eserlerinde acımasız parodiler, karikatürü aşan abartılar, kaba saptırmalar vardır. Bu rağbet görmemiştir.
Netice olarak söylemek gerekirse, 1924 yılındaki tutumsal iyileşmeyi saymazsak, ekspresyonizm kendi içinde başarısız bir akım olmuştur. Ekspresyonistler ne cenk problemini çözebildiler, ne yeni insanı gerçekleştirebildiler, ne yeni ve kuvvetli bir güzel duyu program ortaya koydular, ne de bu çerçevede kuvvetli eserler ortaya koyabildiler.
7. Kaynakça
AYTAÇ, Gürsel. Uygar Alman Edebiyatı, Ebabil Yayıncılık, İstanbul, 2005.
BATIMAN, Burhanettin. Alman Edebiyatı, 1.Baskı, Remzi Kitabevi, Ahmet Sait Matbaası, Ankara, 1945.
BAUMANN, Barbara. & OBERLE, Birgitta. Deutsche Literatur in Epochen, Max-Hueber Verlag, München, 1985.
CEVİZCİ, Ahmet. Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2005.
ÇETİŞLİ, İsmail. Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, 7.Baskı, Akçağ Basım Gösterim Pazarlama A.Ş., Ankara, 2006.
HANÇERLİOĞLU, Orhan. Felsefe Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal. Edebiyat Akımları, İnkılâp ve Ata Kitabevleri, İstanbul, 1983.
TUNCAY, Yiğit. “ Öznelci – İdealist Bir Feryat: ’Dışavurumculuk’ ”, Yeni İnsan Dergisi, Sayı 26, 1994.
Not: Uygar Alman Edebiyatı dersi için sunum olarak hazırlanmıştır. Sivas, 2007
https://www.nedir.org/v2/sanat-nedir/3910-ekspresyonizm-disavurumculuk.html
Ekspresyonizm (Anlatımcılık)
Fransızca “Expressionizme” sözcüğünden alınmıstır. 20. y.y. in ilk yirmi yılı içinde bilhassa Almanya’da gelisen bir çağıl sanat akimidir. Sanatçının ruhsal yapısının bir kesitini, fizyolojik heyecanı, zihnin rahatsızlığını umutsuzluğunu resme yansıtan ve bu duygularını da renk düzeninde olusturdukları keskin zıtlıklarla vermeye çalısan bir akımdır. Bu akım fotoğraf sanatında dis gerçekliği sadakatle yansıtmayı yadsıyarak, sanatçının ruhsal durumlarına, amaçlarına, hatta düsünce tarzına nazaran istediği betileri deformasyona uğratmasına olanak vermistir.
Yazarların bir çok bu terimin Almanyaya Wilhelm Worringer vasıtasıyla girdiğini ve onun tarafınca 1911de ilk kez kullanıldığını ileri sürmektedir. Buna karsılık baskaları, bu onuru Paul Cassirere vermektedir. Armin Arnold, 1850 Temmuzunda Taits Edinburgh magazine adlı bir Đngiliz dergisinin, yazarı belli olmayan bir makalesinde çağıl sanatın Ekspresyonist okulundan söz edildiğini, ek olarak a1880de Manchesterde Charles Howleyin çağıl ressamları mevzu eden konusmasında, bunların odağını Ekspresyonistlerin olusturduğunu ve bu terimi duygu ve tutkularının dısavurmayı amaçlayan kisileri tanımlamak için kullandığını söylediğini kanıtlamıstır. Gene Armin Arnolda nazaran 1878de Birlesik Amerikada Charles de Kayın The Bohemian (Bohemler) adlı romanında kendilerine Ekspresyonistler adını takmıs bir grup yazarın adı geçmistir. Aynı durum Fransa için de geçerlidir.
Burada, Jules – Auguste Hervé 1901de yapıtlarından sekizini Expressionismes baslığı altında Salon des Independantsda (Bağımsızlar Salonu) sergiledi. Bu sözcük Empresyonizme karsı çıkıs anlamında kullanılmıstı. Daniel – Henry Kahnweiler 1919a Almanyada o sıralarda yaygınlasmaya baslayan, Ekspresyonizmin Fransız kökenli olduğu düsüncesine hücum etti. Bilhassa Matissei Ekspresyonizmin önderi olarak gösterecek seviyede ileri giden Theodor Daublere cevap vermek isteğindeydi. Theodor Daublerin Matisse mevzusundaki bu yakıstırması tümüyle dayanaksız sayılmazdı. Matissein adını anarak Alman resminin bir süredir tutturduğu yolun yönünü tanımlamaya çalısmak, Matissenin Neo – Empressionizm (Yeni Đzlenimcilik)ten koptuktan sonrasında öncüsü olduğu çesitli eğilimleri Alman resminde görmek oluyordu. Bir yapıt doğayı öykünmemelidir; yapıt tüm zorlamaların yadsınmasıdır; yapıt usdısıdır ve olgucuların (pozitivist) ve fizikçilerin haksız savlarına karsı gelmek suretiyle yaratıcının doğasından çıkar; yapıt renklerle bilinmeyen bir güç tarafınca yönetilen, saldırıcı bir iliskiye girerek özdeği biçimlendirir. Matisse bireysel ve öznel bulunduğunu ileri sürerek söyle diyordu: “Her seyin üstünde kendimi Dısavurum (Expression) için bir yol arıyorum”. Matissein gerçeği doğrulayan bu sözlerinin, Expressionismus teriminin olusmasına katkıda bulunması {hiç de} olanaksız değildir. Bu sözcüğün halk önüne çıkması bir sergi dolayısıyla hayata merhaba dedi: Berlin Sezessionu (Berlin Sanatçılar Birliği) 1911 Nisan – Eylül Sergisi Lovis Corinth yönetiminde Izlenimci geleneği sürdüren bu sergiye, olağandısı olarak yeni Fransız ressamlarından bir grup da çağrıldı. Bir salonda Braque, Derain, van Dongen, Dufy, Friesz, Manguin, Marquet, Picasso ve Vlaminckin yapıtları toplandı. Serginin katalogunda bunlar Ekspresyonist olarak sunuldu. Sadece ne kadar Ekspresyonizm akımının bu ressamlara dayandığı söylense de bu akımın köklerini romantizme kadar indirmek mümkündür.
Duygusal ve öznel bir dünya görüsüyle belirlenen ve XX. yy.ın ilk çağlarında ortaya çıkan eğilimi ; Herhangi bir dönemde ifade gücünün biçimsel kaide kaygısından daha ağır basmış olduğu sanat yapıtının özelliği; Đnsanoğlunun yasantısını ve dünyayla kurduğu bireysel iliskiler en güç, en kaygılı, en acılı yada ağlatısal yanlarıyla anlatımcılığın özünde yer alır. Sanatçının kisiliği ve yasamı yaptından ayrı düsünülemez; kültürel kaynakların seçiminden olsu (ilkeller,ortaçağ sanatı ,Afrika ve Okyanusya sanatları vb. ) kendiliğinden, tutkulu ve fazlaca canlı bir dilin gelistirilmesinde olsun , güzel duyu ve toplumsal
uzlasmalara yer yoktur. şimal Avrupa’ya özgü ve romantizmle simgecilikten etkilenmis bir akım olan anlatımcılık, daha XIX. yy.ın sonlarında Van Gogh , Munch, Ensor ve Toulouse-Lautrecin kimi yapıtlarında belirmeye basladı; sonrasında Almanyada gelisti. 1905te. Kirchner , Heckel , Schmidt-Rottluff, Pechstein, O. Mueller ve Nolde, Die Brücke topluluğunda bir araya geldiler;bu sanatçıların resimlerindeki ve tahta üstüne gravürlerindeki ayırt edici özellik, renklerin gerçek dısılığı,çarpıtmalar, insan yüzünün ve manzaraların çarpıcı bir stilizasyonla verilmesidir. Lehmbruck ile Barlach da azca fazlaca buna benzer bir çalısmayı heykelcilikte gerçeklestirdiler. Anlatımcılık , 1910 lu yılların baslarında ,Herwarth waldenin Der Sturm dergisini ve galerisini açmış olduğu Berlinde yaygınlastı;münihli ressamlardan ( Kandinsky, Marc, Macke, Jawlensky ) olusan Blaue reiter topluluğuda, Die brückenin yanı sıra , aynı seviyede renkli,fakat daha akılcı , daha azca kötümser ve kısa bir süre sonrasında da soyut arastırmalara yönelecek olan bir sanat anlayısıdan yanaydı; o dönemdeki Berlinindeki Sanatla alakalı kaynasma ortamında, anlatımcılıkla fovizm, kübizm ve fütürizm içinde pek fazlaca iliski vardır. Avustralya’da Schielenin yapıtının asırı gerilimi ve Koskoschkanın portrelerindeki ruhsal keskinlik, ödünsüz bir anlatımcılık ortaya koyuyordu. Fransa’daysa fovların çarpıcı renkli ve mutlu , kimi kez de yoğun anlatımlı resimlerinden fazlaca Rouaultnun yapıtı , anlatımcılıkta mühim bir yer edindi. Svasın ve alman devriminin kaygılı ortamını haber veren anlatımcılık, birinci Dünya Savası esnasında sadece birkaç sanatçı tarafınca (kinchneri, Kokoschka) sürdürüldü ve yerini, dadacılığın toptan nihilizmine, Beckmannın kötümserliğine ve Dix ile Groszun keskin elestirisine bıraktı. Savas esnasında ve sonrasında Belçikada bir flaman anlatımcılığı gelisti ; Permeke, Van den Berghe, De Smet şeklinde sanatçılar, Sint -Martens- Latem sanatçılarının geleneğini sürdürerek , fotoğraf düzeninde kübizmden gelen bir salamlığa ,bir tutarlılığa ulasmaya itina gösterdiler. Hollandada , eski bir kübist olan Fransız Le Fauconnier ile Sluyters ve L. Gestelin çevresinde anlatımcı bir akım hayata merhaba dedi ve kimi sanatçılarda flaman tesiri (Hendrik Chabotda) kimi sanatçılarda alman tesiri ( Jan Wiegerste) görüldü. Fransada Rouaultnun ve anlatımcı döneminde Fautriernin yanında, ,Gromairein , La Patellierein ve Goergin anlatımcılığının flaman akımıyla benzerlikleri vardır; fakat bu bakımından Soutinein yapıtlarıyla savs esnasında PĐcassonun yapıtlarıyla yada Zadkine ve Lipchitzin heykelleri fazlaca daha güçlüdür. Meksikada ( Rivera, Sigueiros, orozco, Tamayo) ve Brezilyada ( Portinari, Segail) 1920-30 yıllarının anlatımcı kımı,toplumsal ve devrimci temalar gelistirmek için daha fazlaca duvar resimlerine ağırlık verdi. Đkinci Dünya Savası nda sonrasında çağrısım ve öznel yorum ( Fautrier ), kendiliğindenlik ve imgelem (Dubuffet), anlatımcılığın mirasıyla gerçeküstücülüğün birlesimi Cobra hareketine bağlı kuzeyli ressamların arastırmaları, çokbiçimli ve lirik soyutlamaya fazlaca yatkın bir anlatımcılığı ortaya koyarken Đngiliz Francis Bacon VE yeni figürasyoncu ressamlar yapıtlarında daha fazlaca , iskence görmüsçesine çarpıtılmıs insan yüzünü islediler. Fakat bilhassa ABDde ,40lı yılların baslarında ve 50li yıllarda, soyut diye vasıflandırılan bir anlatımcılık gelisti; Kisisel üsluplar genel olarak Ekspresyonist olarak tanımlanıyordu. Bilhassa plastik sanatlar söz mevzusu olunca, bu durum bir terim bilgisi problemi yaratmıstı. Sadece, Ekspresyonizm terimi, üsluplasma, çarpıtılma ve biçimlerin zorlanarak yalınlastırılması anlamıyla sınırlanmıstır. Baslangıçta tüm çağıl sanatın kesfedilmesi anlamına gelen Ekspresyonizm terimi, Almanyadaki tarihsel duruma uygun bir anlam kazanmadan ilkin, oradaki sanat içerikli ortamın hakikaten tam bir parçası olmustu. Bu hususi durumda, fazlaca kusku duyulabilecek bir yaklasım olmakla beraber, dısavurumculuk bir tek biçimsel açıdan ele alındığında, diğeri ülkelerde buna benzer güzel duyu yeniliklerine baska adlar verildiğini görürüz.
Bundan dolayı, Alman olan ya da Almanya ile iliskisi olan Hans Arp, Lyonel Feininger, Otto Freundlich, Erich Heckel şeklinde bazı ressamlar aynı resimleri ele alındığı halde kimi ülkelerde Ekspresyonist, Kübist, Kübist – Ekspresyonist, kimi ülkelerde ise Dadaist ya da Sürrealist olarak sınıflandırılmıslardır.
Rusyada, çoğu zaman Fütürist (Gelecekçi) olarak adlandırılan sanatçılar bile Ekspresyonist olarak tanımlanmıstır.
Cenup Fransa’daki “Sainte-Victorie Dağı”nın görünmüş olduğu görünüm her ne kadar ısık içinde olsa da, kütleselliğini kaybetmez. Fotoğraf kolay anlasılan bir motif olusturmanın yanı sıra, derinlik ve uzaklık izlenimini vermeyi de basarmıstır. Van Gogh, gerçeğin doğru bir sekilde betimlenmesi ile fazla ilgilenmemistir. O, renkleri ve biçimleri kullanarak, resmini yapmış olduğu seyler hakkında hissettiklerini ve baskalarının hissetmesini istediklerini iletiyordu. “üç boyutlu gerçeklik” denen seyi, şu demek oluyor ki tabiatın bir fotoğraf şeklinde aynen resmedilisini pek umursamıyordu. Eğer gerekirse, nesnelerin görünüsünü abartmaktan ve hatta değistirmekten çekinmiyordu. Böylece, değişik bir yoldan olsa da, o yıllarda Cézanne’nin de vardığı noktaya geldi. Đkisi de mühim bir adım atarak resimde “doğayı öykünmek” amacını bıraktı. Gerekçeleri birbirinden farklıydı elbet. Cézanne bir ölü tabiat resmi yaptığında, biçimler ve renkler arasındaki iliskiyi incelemek istiyor, “doğru perspektif”i, o anda yapmış olduğu deneyin gerektirdiği kadar kullanıyordu. Van Gogh ise, resminin, hissettiklerini ifade etmesini istiyordu. Amacına ulasması için bazı biçimleri çarpıtması gerekirse, bunu asla duraksamadan yapıyordu (. Her iki sanatçı da bu noktaya gelirken, hiçbir vakit için sanatın eski standartlarını alasağı etmeyi düsünmemisti Van Gogh’un kardesi Theo’ya yazdığı mektuplarına baktığımızda, onun mekanı olusturma biçimini anlayabiliriz.
“…iki tane de uzun sopa var; çerçeveyi bunlara ister dikey ister yatay tutturabilirim, kalınca tahta mandallarla…
Böylece, deniz kıyısında olsun, çayırlarda ya da tarlalarda olsun, bunun vasıtasıyla sanki pencereden bakarmıs şeklinde bakabilirim herhangi bir görünüme. Dikey çizgiler, çerçevenin dik açı olusturan çizgisi ve eğik çizgiler, kesisme noktası, karelere bölünmüslüğü, birkaç temel isaret yeri sağlıyor kesinlikle. Bunların yardımı ile temiz bir desen çıkarabilir, esas çizgiler ve oranlar göz önünde tutularak doğal olarak, perspektif mevzusunda azca buçuk içgüdüsü olan perpektifin çizgilere görünüsle {nasıl} ve niçin bir yön değisikliği, planlara ve bütüne {nasıl} ve niçin boyut değisikliği verdiğini anlayan bir için geçerli bu. Yoksa bu minik vasıta hiçbir ise yaramaz, içinden bakanın basını bile döndürebilir…”Gauguin yerlilerin portlerini yaparken, bu “ilkel” sanatla bir uyum sağlamaya çalıstı.
Bu yüzden biçimlerin dıs hatlarını basitlestirdi ve yoğun renkli genis alanlar kullanmaktan çekinmedi. Cézanne’dan değişik olarak, bu basitlestirilmis biçimlerin ve renk skalalarınını tablolarındaki derinlik izlemini yok etmesinden çekinmemistir.Cézanne, Van Gogh ve Gauguin, anlasabilecekleri mevzusunda pek azca ümit besleyerek çalısan, umutsuzcasına yalnız üç kisiydi. Fakat onların kendi sanatlarında büyük bir ehemmiyet vererek ele aldıkları sorunları akademilerde öğretilen becerilerden doygunluk olmayan genç sanatçılar tarafınca da paylasılmaya baslanmıstır.
- ekspresyonizm
- ekspresyonizm nedir
- ekspresyonizm nedir edebiyat
- ekspresyonizm sanatçıları
- ekspresyonizm ressamları
- ekspresyonizm sanat akımı
- ekspresyonizm şiir örnekleri
- ekspresyonizm kurucusu
- ekspresyonizm akımı temsilcileri
- ekspresyonizm mimari