-
lâiklik
İsim
Lâik olma durumu, lâisizm
-
lâiklik
Hukuk
Devlet ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması, lâisizm
Cümle 1: Türkiye Cumhuriyeti, lâikliği umdeleri arasına koymakla dini, tecavüzden, istismardan, menfaate, şerre âlet etmekten kurtardı. – O. S. Orhon
Laiklik Nedir ? (Özet)
Laik hukuk diyince, esaslarını dinden almayan hukuk; laik devlet diyince dini inanç ve esaslara dayanmayan devlet anlamındadır.
Hukuk terminolojisine Fransız ihtilâli ile giren kelime bizlere meşrutiyet yıllarında girmiş ve “lâ dinî” diye çeviri edilmiştir.
Din özgürlüğünün ve bundan doğan hakların hem dînî taassuba, hem de siyasî taassuba karşı korunması gerekir. Bunun için lüzumlu önlem laikliktir.
Laiklik Nedir ? (Detay)
Laiklik, devletin, vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara nazaran fark yapmaması ve ek olarak, herhangi bir inancın, bilhassa de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi anlamına gelir. Özetlemek gerekirse laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.
Genel Anlamı: Laik olma durumu ( din işleriyle dünya işlerini ayıran, dinin dünya , bilhassa devlet işlerine karışmasını istemeyen şahıs, cemiyet, devlet.).
Felsefi Anlamı: İman ve inancınyerine, aklın egemenliğini kabul eden bir inançtır.
Hukuki Anlamı: Somut olarak devlet ile dinin birbirine karışmaması olarak ifade edilebilir.
Siyasal Anlamı: Siyasal iktidarın, dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir.Yada dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne haiz olmamasıdır.
23 Nisan 1920 tarihinde kurulan Türkiye Devleti, yeni bir hukuk sistemi kurmalıydı. Bu sistem Osmanlı İmparatorluğu nun hukuk sistemine nazaran kurulamazdı şundan dolayı bu sistem milletin çıkarları üstüne değil, daha oldukça Müslüman cemaat çıkarları üstüne kurulu bir hukuk sistemi idi. Ek olarak Osmanlı İmparatorluğunda İslam resmi din olarak tanınmakta, din ve devlet işleri bir arada yürütülmekte ve azınlıklara uygulanan ayrı kanunlarla kişilerin inanç özgürlükleri kısıtlanmakta idi. Mustafa Kemal Atatürk, Yeni Türk Devleti’nin geleceğini, ayırıcı kanunlarla değil, birleştirici kanunlarla mümkün görüyordu. Bunun tek yolu ise din ve devlet işlerini ayırmaktı. Din, ferdin ahret yaşamını hazırlayacak, Devlet de bireylerden kurulan milletin dünya yaşayışını yönetim edecekti. Böylece, politikacıların, dini politika düşüncelerine Alet ederek bireylerin dini duygularını istismar etmeleri önlenmiş olacaktı. Mustafa Kemal Atatürk, bu tarz şeyleri düşünerek Yeni Türk Devletini her türlü din tesirlerinin haricinde, laik bir devlet haline getirmek için lüzumlu toplumsal devrimleri yapmış oldu.
Mustafa Kemal Atatürk, laiklik yolunda ilk adım olarak eski nizamın kalesi ve laik hareketin engeli olan hilafeti kaldırmaya karar verdi. Bu müessesenin mevcudiyeti, biri muhafazacı ortaçağ, diğeri devrimci çağıl iki ayrı hukuk sistemi düşüncelerinin bir sistem içinde devamı demekti. Yüce önder, bu ikiliğin zorluklarını ortadan kaldırmak amacıyla 1 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı. Halifeliğin kaldırılması, Mustafa Kemal Atatürk’ün hukuk ve Adalet sarayı sisteminde yapılmasını tasarladığı yeniliklere olanak hazırlamıştı. Hilafetin kaldırılmasıyla ıslahat hareketlerinde köklü değişimler hız kazanmıştır. Çağıl zihniyette uzmanlardan kurulmuş bir kurul, mecellenin yerine geçecek olan Türk Çağdaş Kanununu hazırladı. Mecelle, bizde XIX. Yüzyılın toplum gereksinimlerini karşılamak suretiyle hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştu. Bu kanun, kendinden önceki hukuk sistemine nazaran uygun olmasına karşın laikleşen bir dünyada Türkiye’nin işlerini dinden çıkarılan hükümlerle çözmeyi amaç tuttuğu için hukuktan oldukça dini temel tutan bir karakter taşıyordu. Bu suretle, Türkiye Büyük Millet Meclisi 17 Şubat 1926 tarihinde Türk Çağdaş Kanununu kabul etti. Bu kanunla, Türk Milleti bir ümmet medeniyetinden, tüm dünya milletlerinin ortak oldukları modern medeniyete geçti. Türk vatandaşları din, mezhep ve cinsiyetleri ne olursa olsun hak ve ödev bakımından eşit oldular. Bu suretle Türk hukuk sistemi laik bir hale getirilmiş oldu. Devlet müesseseleriyle halkın laikleşmesi yolunda meydana getirilen çalışmalara ve kanunlara karşın anayasada laik Cumhuriyet esaslarına zıt hükümlere dokunulmamıştı. Bu hükümlerin laikliğe uygun olarak düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun üstüne, Türkiye Büyük Millet Meclisi 10 Nisan 1928 tarihindeki toplantısında anayasanın laikleşmesi prensibini kabul etti ve Anayasanın ikinci Maddesinde mevcut “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır.” fıkrası kaldırıldığı benzer biçimde 26. maddenin baş tarafında şeriat hükümlerinin T.B.M.M. tarafınca yürütüleceğini (ahkam-ı şer’i yenin tenfizi) belirten cümle de kaldırıldı. Bunda başka milletvekilleri ve cumhurbaşkanının yaptıkları yeminlerde “vAllahi” kelimesine yer veriliyordu, bu değiştirilerek namus üstüne ant içilmesi şekli kabul edildi. Bu suretle, Türk milletinin laikleşmesi yolunda başlamış olan emekler, büyük seviyede sağlanmış bulunuyordu.
Yüzyıllarca gericilerin din yöntemiyle halkı kandırıp çıkar sağlaması ardındaki çalışmalarını önlemek için, Mustafa Kemal Atatürk din ile dünya işlerini ayırmış ve kişileri inançlarında özgür bırakmıştı fakat gericiler bazen başkaldırıp laikliği dinsizlik olarak adlandırıp laikliğe aykırı olarak devletin toplumsal yada tutumsal yada siyasal yada hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini inanç ve esaslara uydurmak amacıyla cemiyetler teşkil etmişlerdir. Bu tür cemiyetler oluşturmak, anayasamızca kabahat olarak kabul edilse de din devletini geri getirmeyi isteyenler, Müslüman halkın dini duygularını yalan ve yanlışlarla istismar ederek ülke içinde huzursuzluk çıkarmaya çalışmaktadırlar. Biz Atatürkçü gençlere düşen vazife ise Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere bıraktığı laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni irticai kuvvetlere karşı ilelebet muhafaza etmektir.
Laiklik Terimi
Hıristiyanlığın, ilk yüzyılın sonuna doğru, kilise adamlarına “lericci “denilmeye başlanmıştır. Buna karşılık, inanılmış olduğu din ne olursa olsun, din adamı durumunda bulunmayan tüm yığına da “laikos/laici ” denilmesi yaygınlaşmıştır. Bu çağda “laici ” terim toplumdaki değişik tabakaları din adamı olmayış niteliği çerçevesinde birleştiren ve isimlendiren genel bir terim olmaktan öteye gitmiştir.
Ortaçağda girişle beraber, siyasal iktidarın deposu ve dinsel-siyasal iktidar iliş-kileri oldukça tartışılan bir mevzu haline gelmiştir. Bu tartışmalar içinde “laiklik “, bir siyasal iktidar yapısının adı olarak ortaya çıkmıştır.
Siyasal iktidarın kaynağının dinsel olmadığını ileri devam eden ve siyasal iktidar yapı-sının din kurallarına nazaran düzenlenmemesini korumak için çaba sarfeden görüşler “laik ” görüşler olarak adlandırılmıştır. Bu durumda belirtilen görüşlere uygun olarak oluşan siyasal iktidar yapıları da “laik ” sistemlere yol açmıştır.
Laiklik siyasal iktidarın “siyasal iktidar-din” ilişkileri açısından belirli bir bi-çimlenmiş sistemdir; siyasal iktidarın dinsel kurallara nazaran sistemleştirilmesi ve dinsel emir-lerle bağlı bulunmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenledir ki, laik siyasal sistemlerde, “siyasal yaşam” ve “siyasal iktidarın” da laik olması söz mevzusudur.
Hakkaten, laiklik, kilisenin siyasal iktidar üzerindaki egemenliğine ve sınırlayıcı-lığına son vermiş, siyasal ve dinsel iktidarın birbirinden ayrılmasına yol açmıştır.
Laik sistem içinde, dinsel inanç kişisel bir temele oturduğuna nazaran, bu inancı tüm cemiyet için geçerli bir duruma getirmeye yönelik fiil, din özgürlüğünün kötüye kullanılması anlamına gelmektedir. Belirtilen açıdan, laik devletin din karşısında ki tarafsızlığı. Dinsel inancın, laik sisteme uygun ölçüler içinde varlığı durumunda söz mevzusudur. Devlet, dinler karşısında tam bir tarafsızlıkla din özgürlüğü tanımakla yükümlü olduğu benzer biçimde din özgürlüğünün kötüye kullanılması anlamına gelen eylemleri de engellemekle görevlidir.
Laik Siyasal Düzenin Nitelikleri
• Laik düzenlerde “devlet dini” söz mevzusu olmaz. Kişilerin din açısından eşitliği kuralı.
• Laik bir siyasal sistemde, devletin yasal, toplumsal ve siyasal yapının dinsel kurallara uygun olması zorunluluğu söz mevzusu değildir. Yapısının belirli kuralları, dinsel inanç sistem ve teorisine uygun olabilir.
• Laik devlet sistemlerinde “din” kamu hizmeti olarak kabul edilmez. Devlet bir cemaatin dinsel gereksinimlerine yönelik çalışamaz, kişilerin dinsel inançlarına uygun davranabilmek haklarını güvence Altına almakla yükümlüdür.
• Kişilere dinsel inanç özgürlüğünün tanınması, laik sistemin mecburi bir sonucudur. Devlet, kişilere, dinsel inançları ne olursa olsun, inaçlarını açıklayıp yaymak, eğitim yapmak, dinsel inançlarına uygun ibadeti uygulamak, örgütlenmek haklarını tanımak ve bu hakların kullanımı ile ilgili yasal düzenlemelerde dinsel inancın türüne nazaran fark yapmamak zorundadır. Mesela İtalyan anayasası “din özgürlüğünü” kabul etmekte sadece aynı anayasa “Katolikliği” resmi din olarak tanımakta ve papa’ya belirli ayrıcalıklar sağlamaktadır. Katolik dinsel inanç ayrıcalıklı bir durumdadır bu sebeple İtalyan siyasal sistemi “yarı laik” bir siyasal sistem olarak kabul edilmektedir.
• Laik bir siyasal yapının varlığı, devletin din özgürlüğü tanıması ile de gerçekleşmiş olması imkansız. Din özgürlüğü soyut bir kavramdır. Bu sebeple devlet bunun somut geçerliliğini sağlamakla yükümlüdür. Değişik dinlerin kendilerini ifadesini engellemeden sadece birbirlerine kurabilecekleri baskıyı engelleyici düzenlemelere gidilmelidir. Böylelikle özgürlüklerden doğan hakların kullanılabilme olanakları sağlanmalıdır. Devlet, özgürlüklerle ilgili olarak, etken, dinamik hareket etmek, özgürlüklerden doğan hakları sınırlayıcı, hukuka aykırı eylemleri engellemek zorundadır.
• Devlet, siyasal düzenin yapısını ve ideolojik kurallarını korumakla yükümlüdür.
Laik siyasal yapıya karşı, hukuka aykırı fiil, mevcut anayasal sistemin, anayasal değişiklik usulleri haricinde usullerle “teokratik” bir yapıya dönüştürülmesine yönelik eylemlerdir. Bu durumda laiklik devletin hukuka aykırı bir şekilde dinsel temellere dayanan bir düzene dönüştürülmesine yönelik eylemlerin engellenmesini de mecburi kılar.
Din özgürlüğü ile kişiye icra edilebilir hakların sağlanması, bunların o hakkın anayasal çerçeve içinde ve hukuka uygun kullanılmasını icra edilmesini gerektirir.
Laikliğin Tarihsel Gelişimi
Laik siyasal şekil uzun bir tarihsel sürecin ürünü olarak belirmiştir. Din, tüm toplumlarda yaygın bir vakadır. İlkel toplumlarda, cemiyet yaşayışı ve örgütlenmenin başlamasıyla din olayıda ortaya çıkmış, toplumların gelişme aşamaları sonucunda bugünkü biçimine değin ulaşmıştır.
İlkel toplumların giderek “devlete ” dönüşmesi, yaygınlaşması, sulak Toprak gereksinimini yaratmış ve bu probleminin çözümü, saldırganlığa ve yağmacılığa yönelik bir örgütlenmeyi gerektirmiştir. Bu gereksinim, “kumanda ” etmek yetkisini ve bunların ayrıcalıklarını yaratmıştır. Din adamları haricinde “yönetici ” kadrolar oluşmuş ve bunlar giderek süreklilik kazanmıştır. Böylece, cemiyet yaşantısı, “mukaddes ” olan ve olmayan biçiminde ikiye ayrılmıştır. Mukaddes olan “devlet yönetimi” ni kapsayacak, halkın gündelik üretim çabaları ise, mukaddes olmayan alan olarak belirecektir. Siyasal iktidar, yoplumda yaygın olma niteliğini yitirip, belirli soyların tekeline sokulurken, bu toplumsal ayrıcalığın sebebi de dine dayandırılacaktır. Yöneticiler-din adamları ayrımının belirmesi, bir çatışma yaratmayacak, tabiat üstü kaynaklara dayanmak açısından bir uzlaşma görülecektir.Savaşlarda ün kazanıp, imtiyaz sağlayanlar, yöneticilik tekelni soylarına geçirirken, bunun yasallığını doğaüstü, mukaddes kaynaklara dayanmakla sağlayacaklardır. Yöneticiler ayrıcalıklarını, belirli uzmanlaşmaların ve kutsallıkların organik sonucu olarak belirlerken, yığınları bu uzmanlık ve kutsallık haricinde, tutmaya emek harcayarak, toplumsal farklılaşmaları Gerçekleştireceklerdir. Böylece, farklılaşmış toplumlarda tüm düzeni kuran kurallar, din ve dinsel özellikte hukuk kuralları olacaktır.Devlet yönetimi, yığınlar için, anlaşılmasına gerek olmayan, toplumun imanıyla ayakta tutulan mukaddes bir informasyon olarak çıkınca, ya yöneticilik-rahiplik birliği oluşacak, yada rahipler-yöneticiler uzlaşması belirecektir.Kati olan doğaüstü kavramlara dayanan mukaddes bir kalite almasıdır.
Yerleşik ziraat toplumlarının oluşması, değişik toplumlararası ilişkilereve çatışmalara yol açtıkça,daha geniş siyasal örgütlenmeler gerekecek ve bu örgütlenmeye bağlılık bilinci, “tek tanrılı” dinlerin oluşmasına niçin olacaktır.( Şimdi tarihsel süreç içinde birçok topluma nüfuz etmiş ve halen evrensel kalite taşıyan hiristiyanlık ve islamiyetin içinde laikleşme süreçlerini ve laikliğin tarihçesini anlatmaya devam edeceğiz.)
Hıristiyanlıkta Devlet ve Laiklik
Hıristiyanlık, gerçekte, Yahudi fikir biçimine dayanan bir özellikte ortaya çıkmıştır. Hz. Musa ve Hz. İsa, Tanrı’nın değişik dönemlerde yollamış olduğu peygamberler olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık, Hıristiyanlık Doğu-Batı çatışması içinde, Roma İmparatorluğu’na başkaldıranların dini olarak belirdiği için evrensel niteliği söz mevzusudur ve bir kavmin değil tüm baş kaldıranların ortak dinidir. Hıristiyanlığın, evrensel, antik düzene tümden karşı, imparatorun enerjisini hiçe sayan dinsel yapısının, toplumun tüm katmanlarını etkilemesi organik bir netice olmuştur. Azatlılar,(köleler) ve zenginler üstünde ezici bir güce haiz imparatorun iktidarına karşı, halk Hıristiyanlıkta güvence aramış, değişen koşullar ve yapı içinde toplumsal rollerini yitirenler, geçmişin güzel günlerinin Hıristiyanlıkta geri geleceğine inanmışlardır. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nda kazanılmış olduğu zafer ve egemenlik, Germenlerin Romalıları yenerek Avrupa da tekelleşmiş siyasal iktidarı çökeltişi, feodal ilişkilerin belirmesiyle tümden pekiştirilmiştir. Bu yapı içinde, Germenik toplumların -yaygın siyasal iktidar- biçiminin de, -tekelleşmiş kuvvetli siyasal iktidar- biçiminde çözülmesi sonucunu yaratmıştır. Bu olgu, Hıristiyanlığın temel kuramlarının siyasal iktidar kuralları içermekle beraber, Kilise’nin siyasal iktidara egemen olması, tanrı adına iktidarı Kilise’nin verdiği ve geri alma hakkının bulunmuş olduğu savına dayanan düşünün belirmesine yol açmıştır. Böylece, kuramında bulunmasa bile, Hıristiyanlık siyasal iktidara kendisi haiz olduğu benzer biçimde, siyasal güçlerin yasallık kaynağının kendisinden geldiğini kabul ettirebilmiş, etkin bir Hıristiyan iktidar teorisi oluşturabilmiştir. İslam kurallarından değişik özellikte olsa bile, deposu dinsel olan siyasal güçler, organik olarak siyasal yapıyı oluşturmuşlar, siyasal-dinsel iktidarı bütünleştirmişlerdir. Ortaçağda Krallarla, Kilise’nin savaşımı, iktidarın laik yâda teokratik olması sorununa dayanmamaktadır. Siyasal iktidarın dinsel, teokratik yapısı tartışılamazdır. Mesele, bu dinselliğin oluşturulmasında Kilisenin görevi mevzusunda belirmiştir. Bu savaşım çerçevesinde, Kilise’nin efendiliğine baş kaldıran krallara karşı, Kilise feodal yapı içinde senyörleri desteklemiş, tekelleşmiş, kuvvetli siyasal iktidarın oluşmasına engel olmuştur. Bu gücüyle, Kilise kendi Terbiye, inanç ve kültürünü zorla kabul ettirme yollarını aramış, engizisyon periyodu, en yobaz türünden teokrasiyi dünya geçmişine yazdırmıştır.
Avrupa’da yaygınlaşan ve egemen olan Hıristiyanlık, evrenselliğini tüm dünyaya yaymak, zenginleşen kilise yeni zenginliklere kavuşmak amacıyla haçlı seferlerine giriştiğinde, Avrupa’nın gelecekteki yazgısının ve kendi egemenliğinin sonunun tohumlarını da ekmeye adım atmıştır. Bilhassa haçlı seferleri süresince Batı’nın tanıştığı Doğu, yeni zenginliklerin, tecim ilişkilerinin de parlak deposu olarak gözükmüştür. Doğuyla olan ekonomik ilişkiler, diğeri etkenlerle beraber, Batı servet birikimine yol açarak, burjuvazinin gelişmesinde rol oynarken, Doğuda egemen olan dinsel inanç “İslam ın” bozulmasına, bağnazlaşmasına, temel kurallardan sapmasına da yol açmıştır. Gelişen burjuvazi, serveti ana paraya çevirmeye yönelip, kapitalistleşme süreci başladığında, organik olarak emek gereksinimi de belirecekti. Emek ise feodal seviye içinde toprağa tutsaktı. Burjuvazinin amacına erişmesi, emeği özgür kılmasına, bu yüzden feodal düzeni çökertmesine bağlıydı. Feodalite Kilisenin koruyucu kanatları altında yaşama savaşı verirken, burjuvazi organik olarak kiliseyle çatışacaktı. Feodal beylere karşı, meşruti monarşiden yana çıkan burjuvazi, monarşik yapıyı güçlendirmek, kendi öz yapısına kavuşturmak açısından, siyasal iktidarın kaynağını “millet ” terimine dayandırmak, böylece siyasal iktidarı laikleştirmek zorundaydı. Feodal düzenin yıkımıyla özgür kalan emeği özgürce kiralama olanağına ulaşmak amacı ise, burjuvazinin siyasal iktidarı sınırlamak gereksinimini yaratıyordu. Bu nedenledir ki ulusu egemenliğin sahibi olarak kabullenmek, anayasalcılık hareketine, monarşilerin meşruti yapıda kabul edilmesine niçin oluyordu. Böylece, burjuvazinin gelişimiyle, siyasal yapıda, “laiklik ” ilkesine dayanılarak, monarşiler kilisenin acımasız kudretinden kurtarılırken, millet Egemenliğin deposu ve sahibi olarak demokratik siyasal şekil de yaratılıyordu. Görülüyor ki, tarihsel süreç içinde, uluslaşmak-demokratikleşmek-laikleşmek olguları beraber, birbirini tümleyen bir şekilde belirli bir gelişmenin sonuçlarıdır.
Özetlemek gerekirse değinilen gelişim, laiklik, uluslaşmak, demokratik siyasal biçime varmak benzer biçimde oluşumların, Batı’nın endüstrileşmesinin, kalkınmasının sebepleri olmayıp, neticeleri bulunduğunu da açıkça göstermektedir. Demokratik siyasal düzenden yana, ulusal egemenlik kuralını korumak için çaba sarfeden laik düzenin, burjuvazinin gelişim süreci içinde ortaya çıkması bir rastlantının ürünü değildir. Burjuvazi kendi sürecinde, gelişiminin ve yönelişlerinin gereksindiği düşünü de oluşturmuştur. Fransız Devrimi, bu gelişmenin zirve noktası olarak belirmiş, yeni toplumun gereksinimlerini simgelemiş ve siyasal, yasal, toplumsal biçimler ve düzenlemeler bu gereksinimleri karşılayıcı özellikte oluşturulmuştur. Burjuvazinin gereksinimleri, laik demokratik bir siyasal yapıyı mecburi kıldığında, yeni biçimlerinde bu niteliklere nazaran oluşturulması organik bir netice olmuştur. Belirtilen çizgide, laiklik, burjuvazinin Kiliseyle çatışmasının siyasal yapıya yansıması olarak belirmiştir. Laik düşüncenin burjuvazinin iktidar olmasıyla çağdaşlığı, burjuvazinin kendi kültürünü yaratması, toplumsal, siyasal, yasal yapıyı kendi düşününe nazaran tekrardan oluşturması anlamına gelmektedir.1789 ihtilali monarşiyi yıktığı, anayasal bir siyasal yapıyı gerçekleştirdiği için değil, burjuvazinin yeni kültürünü ve dünya görüşünü tüm topluma egemen kıldığı, tüm toplumsal ilişkileri temelden başkalaştırdığı için devrimci bir kalite taşımaktadır.
O çağa değin egemen olan Katolik kilisesi, “düzeltim ” hareketi denilen Hıristiyanlık inancından çözülme, bölünme vakası ile de karşılaşmıştır. Bu bölünmede beliren Lütherce, Calvenci din akımları, gerçekte siyasal iktidarı bağımlı kılmakta, Hıristiyan teokrasisini savunmakta Katolik denli yobaz ve ısrarlı olmayan niteliktedir. Sadece Lütherciliğin, imandan gelen köleliği yıkıp, kati inançtan gelen köleliği yarattığı, otoriteye inancı yıkıp, inancın otoritesini yarattığı, insanı dışardan saran dinselliği silip, insanoğlunun özünü dinselleştirdiği kabul edilebilir.
Gene siyasal biçime ve laik yapıya Kilisenin tepkisi, ilkin bu değişmelere karşı direnmek biçiminde direnmiştir. Direniş, dinsizliğe varan akımların tepkisiyle sindirildiğinde ise, Kilise, tüm yaşamla ilişkisini kesmek, suskunlaşmak, kabuğuna çekilmek yolunu yeğlemiştir. Bu süreç sonucunda papalık, siyasal yaşamda Katolikliğin etkinliğini yasaklasa da bu tavrını uzunca bir süre koruyamamış ve bir Katolik hareketinin yaratılmasını öngörmüştür. Bu görüş, Hıristiyan demokrat partilerin Hıristiyan hareketi olarak siyasal yaşamda etkin olma yollarını ve çoğu zaman de bulmalarına yol açtı.
Bilhassa Latin Faşizmi dinsel öğeleri, kendi dinselliğini sağlamak açısından mühim bir etken olarak kullanmıştır. Katolik ispanya ve İtalya’da faşizm, Kilisenin desteğini bulmuş, onunla uzlaşmış, böylece Katolik yığınların itimatını sağlamaya yönelmiştir. Faşizm, mitleştirdiği amaçları olan, mistik otoriter, belirli bir öndere kati baş eğmeyi öngören devlet anlayışı içinde, kendi dinselliğini yaratmıştır. Bu yapı içinde kilise ve dinsel inançlar faşist devletin oluşmasında, yasallığını sağlamada yararlı olacağı için, onunla uzlaşılmış fakat kaynaşılmamıştır. Mussolini’nin Papalığa eski haklarını tanıyan Latran Anlaşması’nı kabullenmesi bu mevzuda örnektir.
Özetlemek gerekirse değinilen olgular şunu göstermektedir ki, batının toplumsal gelişimlerinin yarattığı kapitalistleşme ve endüstrileşme, laik, demokratik ulusal siyasal yapılara yol açarken, Kilisenin siyasal iktidar üstündeki dinsel gücü ve kaynaşması kırılmıştır. Buna karşılık, din insanların zihinlerindeki bir ideoloji olarak kavranmış, toplumsal ve ekonomik ilişkilerden soyutlanmıştır. Bu soyutlama, siyasal şekil açısından bağlayıcı ve emredici otorite olmaktan çıkartılan dinin, kişisel davranışlar, ilişkiler, tercihler açısından etkinliğini sürdürmesi sonucunu yaratmıştır. Bu nedenledir ki, batının tümden laik olduğu, salt aklın yönetiminde ve etkinliğinde olduğu savı gerçekçi değildir. Yalnızca ekonomik gelişmenin yarattığı yeni kültür, uygarlık gelişimi açısından dinsel bağnazlığın ve engelleyiciliğin yok edilmesi değilse de, en büyük seviyede sınırlandırılması sonucu dünyaya gelmiştir. Öyleki ki, Kilise bile teolojik açıdan, son zamanların gereklerine uygun dünya görüşünü araştırma çalışmalarına girmiştir. Oldukca ana çizgisi içinde, batıda tarihsel gelişim, dinsel bağnazlık ve bağlayıcılıktan başlayarak, belirli etkenlerle oluşan burjuvazinin gerçekleştirdiği sanayi devrimiyle, dinin uygarlığı engelleyici etkinliğinin sınırlandırılmasıyla noktalanıyor. Buna karşılık laiklik, şahıs, cemiyet ilişkisi ve tercihlerinde dinsel etkinliğinin önlenmesi anlamında kabul edilirse, insan düşüncesinin tümden laikleştiğini, aklın kati egemenliğinin kurulabildiği söylenemez.
İslam’da Devlet ve Laiklik
İslam’da devlet ve hükümet kuralları, dinsel niteliktedir. Bu kurallar vakit her yerde ve her türlü koşullar içinde yürürlüğü ön görülen ve kaynağını Tanrı’nın iradesinde gören ilkelerdir. Gerçekte, İslam belirli bir devlet türünü ön görüp yeğlememiştir. Zamana, yere ve koşullara nazaran oluşturulacak siyasal seviye, belirtilen ilkelere dayanan herhangi bir şekilde olabilir. Kabul edilen “insanların maslahatları” bulundukları toplumun vakit ve “ahvalinin değişmesine” bağlıdır ilkesi, belirli siyasal biçimin değişmez bir şekilde kabul edilmesini engellemektedir. Kısa bir deyişle, İslam kuramsal olarak, toplumsal gelişim, değişiklik ve gereksinmelere uygun siyasal biçimlere olanak tanımaktadır; bu şekil İslam’ın değişmez temel ilkelerine uygunluğu yeterlidir. İslam’ın, siyasal iktidar biçimleri açısından temel ve değişmez ilkesi toplumsal ve siyasal düzenle ilgili tüm kuralları Tanrı’nın saptadığı inancıdır. Tanrı’nın kulları da Kuran ‘da yer almıştır ve bu aslolan yasa haricinde kişilerin kaide ve yasa koyma yetkileri yoktur.”Teşrii ” gerçekte yalnızca Tanrı’ya aittir. İslam hükümeti emreder ilkesinin, İslam’ın siyasal kuralı olarak kabul edilmesi, İslam’da devlet yapısının kesinlikle teokratik olduğu sonucuna varılmasına niçin olmuştur. Buna nazaran, teokrasi, devletin dini devlet olması ve yönetenlerin iktidarlarını tanrıdan almaları anlamına gelir. Her-kes yeryüzünü bayındır ve ıslah etmekle Tanrı’nın halifesidir. Tanrı hükümlerinin yerine getirilmesinin kaynağını da halktır. Tanrı, ahkamının tenfizini emrederken, tüm müminlere seslenmektedir. Tanrının haricinde kendine özgü iktidar sahibi şahıs yada kişiler kabul edilmediği için, İslam devletinin teokratik niteliği Hıristiyan teokrasisinden farklıdır. Tanrı yasaları tüm ümmet tarafınca uygulanmayı gerekirken, İslam’ın yaygın duruma gelmesi, ümmet temsilcilerinin bu görevi yerine getirmesi zorunluluğunu yaratmıştır. Tanrı ve Resulü ile halk içinde siyasal misak (sözleşme) söz mevzusudur. Kuran’da sözü edilen ahdi ve akdi durum, misakı dile getirmektedir. Misak tek taraflıdır ve taraflarını ve koşullarını Tanrı saptar. Misak ümmetin bağlı bulunmuş olduğu dinsel nitelikteki siyasal iktidarın kaynağını, yasallığını ve geçerliliğini ortaya çıkarmaktadır.
İslam’ı uygulamak, ibaibadeti sağlamak, Adaleti gerçekleştirmek, dinsizliği cezalandırmak, mal, can ve namus güvenliğini sağlamak, Cihat açmak için Devletin varlığı zorunludur ve egemenliğin sahibi Tanrı’dır. Tanrı egemenliği Kuran’da mülk olarak adlandırılmaktadır.
İslam anlayışına nazaran, Tanrı, kişilerin kendisine olan doğa ötesi kulluk bağlılığına karşılık, onlara, “akıl “, “irade “, <<özgürlük>>ve “dokunulmazlık ” vermiştir. Kişinin akıl, irade, özgürlük egemenliğinin kavranış ve yorumlanışı, değişik İslam okullarına nazaran başka başka olmuştur. Akılcılığı korumak için çaba sarfeden “Mutezile ” anlayışı, bağnazlığı simgeleyen, aklın ve iradenin varlığını yadsıyan “Cebriyye ” okulu ile karşılaşmıştır. Bu okulların İslam toplumundaki etkinliğine nazaran, o toplumun yönelişleri farklılaşmıştır. Böylece maslahatta uygunluk , içtihat , meşveret(danışma) kuralları unutulmuş, İslam toplumları, yazgıcı, tutucu, yobaz bir dinsel düşüncenin egemenliğine girmiştir. Salt “itikad ” sorunları ile ilgilenen ve felsefeyi yadsıyan ilm-i kelam sorunlara inanç yöntemiyle çözüm aramış, aklı mahkûm etmiştir. İbn-i Rüşt, Farabi, İbn-i Sina benzer biçimde düşünürlerin yer almış olduğu İshak al-Kadim tarafınca kurulan Felsefe okulunun, toplumsal çöküş süreci içinde İlm-i Kelamcılara yenik düşmüş olduğu görülmüştür.
Yazgıcı düşünün, İslam toplumunun iç dinamizmini yok etmiş; hoşgörüsüzlük, bağnazlık, dinsel kuralların kati bağlayıcılığı, gelenekçilik, geri kalmışlık süreci içinde İslam toplumlarında egemen olmuştur. Geri kalmışlık tarihsel bir gerçek olarak saptandığında, varılan bu netice doğu toplumlarının kaderi sayılmış ve bu tarihsel noktada İslam düşününün bulunmuş olduğu durum göz önünde tutularak İslam’ın gelişime engel olduğu savına bilhassa şarkiyatçılar varmışlardır.
Geri kalmışlık ekonomik bir yapıdır ve Batı’nın geri kalmışlığı, biçimsel ve teknik açıdan ele alıp, Müslüman ülkelerin gelişimleri için Müslümanlıktan uzaklaşmalarını şart sayması, sömürgeleştirdiği Doğu’yla bu sömürge ilişkilerini değişik biçimler içinde sürdürme amacının sonucudur. Batı böylece, kendi uygarlık düzenini, biçimsel, taklitçi bir yapı içinde Doğu’ya kabul ettirmek, kendisine bağımlı kılmak yönelişindedir.
Doğu’da kapitalistleşmeye engel öğeler sebebiyle Batı’daki gelişmenin benzerlerini sağlayamamıştır. Tanrı karşısındaki eşitlik kuralı ve köleler ile diğeri tabakalar içinde sınıfsal farklılaşmanın olmayışı, “mülk”ün Tanrı’ya ilişik oluşu, Doğu’da burjuva-feodal çelişkisini engellemiş ve kapitalistleşmenin iç dinizmi oluşmamıştır. Bu durumda, Doğu’da servet birikimi, dış dinamizm ile tecim ilişkileri içinde sağlanmıştır. Bu oluşum içinde, servet belirli ellerde birikmiş ve ana paraya dönüşme olgusu gerçekleşmemiştir. Serveti elinde bulunduranlar ise, çoğu zaman dinsel-siyasal iktidar sahipleridir. Bunlar, içine girdikleri ekonomik ilişkiler içinde, bu ilişkilerin lüzumlu kıldığı tutucu-gelenekçi-kaderci-bağnaz dinsel kuramları da oluşturup, sapkınlığa yol açtıkları benzer biçimde, İslam dünyasının sömürgeleşmesinde de rol oynamışlardır. Gerçekte, Batı-Doğu ilişkisi içinde, Batı engizisyondan burjuva demokratik durumuna ulaşırken, Doğu büyük bir uygarlıktan çöküntüye düşmüştür. Bu birbirine ters gelişim sonucu, Batı, Doğudaki ekonomik egemenliğini, düşünsel egemenliğiyle pekiştirmek için, sorunların tüm suçunu “İslam’a” yükleyip, çözüm yolu olarak laikleşmeyi göstermiştir.
İslam’ın gerçekte ne geri kalma sebebi olduğu, ne de çözümün İslam’dan çözülmeyle gerçekleşebileceği görüşü, bazılarınca İslam’ın gerçekte devrimci dinamizme haiz olduğu düşüncesiyle tümlenmiştir. Bu fikir, Müslüman devletlerinde “ulusçu İslamcı ileri” akımlara yol açabilmiştir. Gerçekte, İslam düşünceleri, İslam dünyasının geri kalmışlığını oldukça önceleri saptamışlardır. Bilhassa XVIII. yüzyıldan sonrasında, geri kalmışlığın İslam dünyasını esir etmiş olduğu saptanmış, fakat çözüm gene dinsel alanda görülmüştür. Hakkaten, kurtuluşu arayanlar, çareyi İslam’ın ilk günlerine dönüşte bulmuşlar, dinden uzaklaşmayı sorunların sebebi sayılmışlardır. “Vahabilik”,”Veliyullah akımı”,”Hindistan’daki anayasacılık” hareketi, bu mevzuda örnektir. Bu akım ve görüşlerin başarısızlığı, Batı’da İslam’ın uygarlığı ve liberalizmi ile bağdaşmazlığı temeline oturtulmuştur. Uygarlık ve demokrasi ile İslam kurallarının sentezinin kurulamayacağı savı, Batı’nın, İslam’da laikleşme zorunluluğunu savunmasıyla neticelenmiştir. Bilhassa, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı bütününün çöküşü, İslam devletlerinde ulusçuluk akımlarına yol açtığında, İslamcı ulusçuluk bu ülkelere sahih çıkan Batı’ya karşı kurtuluş savaşlarının da itici gücü olmuştur. Cezayir’de Şeyh Bin Bitlis’in “ulema hareketi”, Sudan’daki “Medhi” hareketi, Hindistan’daki “Sipahi İsyanı” bu mevzulara örnektir.
Din, değişik koşullarda, pozitif yada negatif yönde etkin olabilmektedir. Dinin bu değişik etkinliği, temelde toplumsal yapının özellikleriyle belirlenmektedir. Bu açıdan, din olgusu, çağından ve çağının koşullarından soyutlanarak ele alınamaz; toplumlardaki dinsel etkinlik, din ile siyasal iktidar arasındaki ilişki, gelişim karşısında dinsel tutum, birer niçin olmayıp, birer netice olmaktan öteye gidemez. Laiklik ilkesini ve siyasal biçimini de bu anlayış içinde görmekte fayda vardır.
Osmanlıda Laiklik
Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Osmanoğulları, devlet egemenliğini elinde bulunduran bir ailedir. Devlet Başkanı ülke ve ülkede yaşayanlar üstünde mutlak bir egemenlik hakkına sahipti. Başlangıçta yalnızca cismani iktidara haiz alan devlet başkanı/padişah, Yavuz Sultan Selim’in, Mısır’da bulunan Abbasi halifesinden hilafeti devralması ile ruhani iktidara da ulaşmıştır.
Geleneksel devlet sistemi mutlak ve teokratik yada yarı teokratik bir monarşiydi. İşleyişi, Padişah-Ulema -Yeniçeri üçgeni arasındaki uyuma bağlıydı. Gerileme döneminde ise bu unsurlar tek tek yozlaşma içindeydi.
Osmanlıda devlet ve iktidar yapısında, saltanat kurumu Devletin monarşik karakterini vurgular ve iktidarın sahibi olarak görünür. Devlet hem de teokratik ağırlıklıdır, anayasallaşma hareketleri, padişahın iktidarını paylaşma çabaları kısmen netice verse de kısa sürmüş buna rağmen yönetimi laikleştirme çabaları I.Meşrutiyetle sağlanamamıştır. Zira. Devletin dini “dni-i İslam’dır”(md.11),Padişah hem de halife olup(md.3,4) “ahkam-ı şerriye” yi uygulatır(md.7), Şeyhülislam devlet örgütü içinde ve hükümette yer almıştır (md.27), Yasalar “umur’u diniye”ye (din buyrukları) aykırı olması imkansız(md.64),Ülkede şeriyye mahkemeleri vardır ve anayasa tarafınca tanınmıştır(md.87) benzer biçimde hükümler çoktan ilk anayasada yerini almıştı.
Laikleşme, anayasal gelişmelerle tam anlamıyla sağlanamasa da bu anlamda büyük gelişmeler sağlanmıştır. Şimdi bunlara özetlemek gerekirse bir göz atalım.
Laikleş(tir)me Çabaları
Osmanlı klasik döneminde şeyhül İslam ulemanın simgesel lideri durumunda bir fetva makamıydı; sadece padişah yada sadrazamın sorusu üstüne yanıt verirdi. Çöküş döneminde ise bunlar siyasal vazife ve işler de yüklenmişler, padişah yada sadrazamların devrilmesinde meşrulaştırıcılık hizmeti görmüşlerdi. III. Selim, II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde ise şeyhülislamın statüsünde mühim bir evrim meydana geldi. Bu makam merkezi devlet örgütlenmesi içine çekildi. Şeyhülislam, Meclis-i Meşveret ve Heyeti Vükela üyesi yapılmış oldu. Ayrıca da, İslam hukuk ve şer’iye mahkemeleri tekrardan düzenlenirken, bunlar şehülislamın otoritesi altına konuldu. Böylece şeyhülislamlık, şer’i mahkemelerin başı, medreselerin nazırı durumuna gelirken, fetva yetkisini de koruyor, üstelik artık Meclis-i Vükela’nın bir üyesi olarak bunu devlet haricinde değil, devlet içi bir makamdan kullanıyordu. Siyasal, yargısal, yönetsel, eğitimsel, yetkiler elde etmiş olan bu makamın bir de kabineye alınarak kazanılmış olduğu siyasal nüfuz, devlet ve cemiyet hayatındaki teokratik gelişmenin güçlenmenin göstergesi olmuştur.
Tüm bunlara rağmen, Tanzimat döneminde teokratik esaslardan uzaklaşma yönünde anlamlı ve derin değişmeler başlamoıştır.Bunların bir örneği, Müslüman olmayanların hak ve özgürlüklerinin ve yasa önünde eşitliğinin sağlanması yolundaki adımlardır.Böylece, o Güne dek müslüman olmayanların dinsel yaşamları bir hoşgörü çerçevesi içinde korunmuşken, şimdi bunlara hak ve özgürlük niteliği aşılanıyordu.
İkici değişme, egemenlik anlayışını ilgilendirir. Burada, teokratik egemenlik ilkesinin pratikte yumuşamaya başladığını görmek mümkündür. II. Mahmut’un, tüm uyruklarını din ve mezhepleri ne olursa olsun bir saydığını ifade eden sözleri, ; ondan sonrasında çıkan Abdülmecit, saltanatın ilk günlerinde, “kullar” yönetiminin kendisine Tanrı tarafınca verilmiş bir hak bulunduğunu ifade etmişken hemen sonra tüm Osmanlı halklarına kişisel ve siyasal güvenceler tanıyıp (GHHve Islahat Fermanı ), teokratik kökenli egemenlik yetkilerini bizzat sınırlama yoluna gitmişti. Abdülaziz ise Hatt-ı Hümayununda bile dine ilişkin formüller kullanmadı, hilafete değinmedi, Abdülmecit benzer biçimde ” Tanrı’nın inayeti, peygamberin ruhaniyeti” nden söz etmedi, “şeriat” sözcüğünün yerine “kavanini mevzua”(yürürlükteki yasalar), hatta “ibdat” (kullar) teriminin yerine de “tebaa” (uyruklar) sözcüklerini kullandı. Normal olarak, bu eksiltme ve düzeltmeler onun mutlak saltanat haklarından vazgeçmiş olduğu anlamına gelmiyordu. Fakat mutlakiyetçi yönetimin dinsel dayanaklarının silikleşmesi dikkat çekiciydi.
Abdülaziz 1868’de Şura-yı Devleti açılış konuşmasında daha da ileri giderek, yeni örgütlenme biçimini,yürütme gücünün adalet sarayı,diniye, ve yasama güçlerinden ayrılığı temeline dayandığını söylemiş oldu.
Bu gelişmelerin ışığında şeyhülislam, fetva bağımsızlığını yitirmiş,devletin denetimi altına girmiş,bakanlar kurulunun lüzumlu olduğu anlarda bunun isteği üstüne onay bildiren bir makam durumuna doğru gerilemiş de oluyordu.
Teokratik ilkelerden uzaklaşma çizgisi kanunlaştıma hareketlerinden de izlenebilir. Bir kere yeni yasaların bir kısmı yabancı kökenli (aktarmalar,réception’lar), bir kısmı de yerli fakat din ötesi kaynaklıydı (örfi hukuk geleneğinin mirası). Bunlarda, dinsel hukukta yer almayan, hatta şeriata ters düşen kurum ve kurallar bulunuyordu.Kanunlaştırma hareketiyle doğan bir başka durumda, yeni yasların din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin her insana uygulanması, bu bağlamda bir hukuk birliğine yönelinmesiydi.Şer’i hukuk ve örgütlenmelerden ayrılışın ilk örneği olan 1840 Ceza kanunnamesi bu gidişin başını çekmiştir.
1858 tarihindeki Ceza kanunname-i Hümayunu ise daha da açıkça laik kurallar içeriyordu. Din ve mezhep ayrılıklarını aşan, hepimiz için geçerli ve standart yeni yasalar, laiklik yolunda bir atılım demekti. Şer’i hukukun doğrultusunda, fakat onu aşan bir mevzuatın, dinsel kaynaklı olmayan yaslar topluluğunun oluşmaya başlaması, Tanzimat periyodunun ürünüdür.
Kanunlaştırma hareketi doğrultusunda ve bunun bir gereği olarak Osmanlı yargılama örgütü ve üsülü de laiklik yönünde gelişme gösterdi.Nizamiye mahkemeleri kurulduktan sonrasında bunlar şeriat mahkemeleri aleyhine bir gelişme kaydettiler. Böylece, dinsel hukuktan olduğu benzer biçimde dinsel yargılama sisteminden de kopma başladı.
Nihayet, merkez ve taşradaki meclislere din ayrımı gözetmeksizin tüm uyrukların girmeye başlaması, kamu hizmetine girişte Müslüman olmayanlara hak tanımayan geleneksel sistemden uzaklaşmanın göstergesiydi. Vilayet, liva, kaza yönetim meclisleriyle Belediye meclislerinde tüm unsurların temsilinin kabulü, İslami meşveret prensibini zedelemiş oluyordu.
Özetlemek gerekirse; Tanzimat döneminde devlet yönetimiyle direkt ilgili kurum ve ilkeler katında, teokrasiden ayrılma yönünde açık ve seçik tek tek değişme ilk bakışta göze çarpmamakla beraber, gerek tüm uyruklara eşit haklar tanınmasıyla, gerek egemenlik anlayışı ve şeyhülislamın konumundaki yumuşamalarla gerekse yasalarda ve yargılama sistemindeki yenilikler yöntemiyle teokratik devlet anlayışı ve yapısı darbeler almaya adım atmıştır.
Cumhuriyet Döneminde Laiklikve Uygulaması
Türkiye’de din-devlet ilişkileri bakımından köklü değişiklik cumhuriyetin kurulmasıyla yaşanmıştır. Bu değişimin düşünsel kökleri asla kuşkusuz cumhuriyet öncesi karşımıza çıkmaktadır, sadece bu düşünceler köklü şekilde uygulama olanağına cumhuriyet sonrasında kavuşmuştur. Cumhuriyet’in kurulmasından sonrasında kati bir tutumla laik bir devlet ve seküler bir cemiyet yaratma çabalarına başladığını görüyoruz. Rutsow’un da işaret etmiş olduğu benzer biçimde, pek azca ülke tüm siyasal,toplumsal ve kültürel hayatında bu dönem Türkiye’si kadar kapsamlı yada süratli değişimler geçirmiştir.
1924 anayasası “Türkiye devletinin dini İslam’dır” (m.2) ibaresini taşımaktadır.Bununla beraber köklü değişikliklerin bir kısmı bu madde yürürlükte iken yapılmıştır. Bu tarz şeyleri başlıklar olarak verecek olursakşu yasal düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir:
• 1924 hilafeti ilgası.
• Osmanlı devlet yönetiminde en yüksek dini yetkiye haiz olan ve işlevleri içinde siyasal kararları İslam hukukuna uygunluğunu gözetmek olan şeyhülislamlık makamının 1924’de kaldırılışı.
• 1924’te tevhid-i tedrisad kanununun kabul edilmesiyle medreselerin kapatılması,şer’iye ve evkaf bakanlığının kaldırılarak diyanet işleri başkanlığının ihdası.
• 1925 ‘te şapka kanunu ve miladi takvimin kabul edilmesi tekke ve zaviyelerin kapatılarak tüm faaliyetlerinin yasaklanması.
• 1926’da İsviçre çağdaş kanunu ve borçlarkanunu ile İtalya ceza kanununun kabul edilmesi.
• 1928’de harf inkilabı ve anayasadan “İslam dini” ibaresinin kaldırılarak anayasadaki yemin metinlerinin laikleştirilmesi. Bu yüzden yeminle ilgili maddelere “vallahi” ifadesi yerine “namusum üstüne söz veririm” ibaresi konulmuştur.
• 1929’da Alman ceza mahkemeleri usulu kanunu ve isviçre icra batkı kanununun kabulu.
• 1930’da imam-hatip okullarının kapatılması.
• 1931’de Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuyla Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin türkçe’den ayıklanması sürecinin başlatılması.
• 1932’de ezanın ve kametin türkçeleştirilmesi.
• 1934’te hafız,ağa,şeyh,molla,efendi,paşa, benzer biçimde lakap ve unvanlarla birlikte bazı kisvelerin yasaklanması.
• 1935’te hafta tatilinin Cuma gününden pazara çevrilmesi,
• 1937’de laiklik teriminin anayasa maddesi haline getirilmesi.
Görüldüğü benzer biçimde devleti laikleştirmeye ve toplumu dönüştürmeye yönelik düzenlemeler, anayasada laiklik ifadesi yer almadan ilkin yapılmış, laiklik ifadesi bir netice olarak yer almıştır.
Modernlik ve Laiklik
Din ve çağıl cemiyet ilişkisi devamlı gündeme gelen ve çağıl toplumun siyasal örgütlenme biçimi olan demokratik işleyiş ve ilkeyle çelişki yratan husus, belli bir toplumsal yaşam biçiminin, dini meşrutiyyet çerçevesinde, bir din devleti olarak topluma dayatılması düşüncesidir.Dinin kamu hayatında yer alması değişik birk onudur ve dinin kamu hayatında yer alma talebi demokratik ilkeyle çelişik olmak zorunda değildir. Dini inanç yaşamın tüm alanına ilişkin olduğundan ferdin inancını kamusal hayata taşımasını güvence altına almak, demokratik sistemin işlevi olmak durumundadır.Dini değerlerle çağıl toplusal yaşamın işleyişi asla çatışma ihtimalinin olmadığını söyleyemeyiz. Aslen toplumsal yaşam tabiatı itibariyle bünyesinde bir oldukça çatışma barındırır, bireylerin kendi aralarında, ek olarak değişik çıkar, inanç,düşüncelere mensup toplumsal kesimler içinde çatışma olması kaçınılmazdır.Cemiyet yaşamını mümkün kılan, bu türden kaçınılmaz çatışmaların, beraber yaşamayı mümkün kılmak suretiyle, bir halde düzenlenmesidir.Bu düzenleme bazı siyasal üsluplarda baskı, bazılarında ise daha ziyade uzlaşma üstüne dayandırılabilir.Demokratik siyasal üslup bir uzlaşma uslubudur, bireyler ve toplumsal gruplar arasındaki çatışmaları uzlaşma zemininde örgütleme iddiasındadır.Dolayısıyla demokratik cemiyet ve siyasal örgütlenme modeli içinde laiklik,yukarıda çizilençerçeve içinde,tekrardan yorumlanabilir ve dinin ferdin hususi hayatına hapsedilmesi anlayışının ötesine geçilebilir.
Türkiyede Laiklik :
Mustafa Kemal Atatürk ilkelerinin dayandigi iki temel ilkeden birisi Milliyetçilik, digeri Laikliktir.
Türk ulusunu olusturan bireylerin dinsel inanislarina, vicdan özgürlüklerine karismamak, bu haklarini güvence altina almak, devleti ve hukuk kurallarini dine nazaran degil, akil ve bilime nazaran düzenlemeye denir.
Laiklik; din ve devlet islerinin birbirinden ayrilmasi, devlet düzeninin ve hukuk kurallarinin dine degil, akla ve bilime dayandirilmasi, fakat kimsenin inancina ve vicdan hürriyetine karisilmamasidir.
Devlet kurum ve kuruluslarinin laiklesmesi asamalari su sekilde olmustur :
1 Kasim 1922’de Saltanat kaldirildi.
3 Mart 1924’te Halifelik, Seriye ve Evkaf Vekillikleri ve medreseler kaldirildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi.
1924 Anayasasi’na “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini Islamdir.” maddesi eklendi.
10 Nisan 1928’de, anayasadan “Devlet dini Islamdir.” hükmü çikarildi.
1937 Anayasasi’na “Türkiye Cumhuriyeti Devleti laiktir.” ilkesi konuldu.
Not : Mustafa Kemal’in ödün vermedigi bir diger ilkedir.
- laiklik nedir
- laiklik
- laiklik ilkesi nedir
- laiklik ne anlamına gelir
- laiklik ilkesi doğrultusunda meydana getirilen inkılaplar
- laiklik nedir özetlemek gerekirse
- laiklik elden gidiyeah
- laiklik müfredat
- laiklik ne vakit kabul edildi
- laiklik elden gidiyor
- Siyasal Alanda Meydana getirilen İnkılaplar
- Cumhuriyetçilik
- Milliyetçilik
- Halkçılık
- Hukuk Alanında Meydana getirilen İnkılaplar
- Devletçilik
- Mustafa Kemal Atatürk İlkeleri
- Mustafa Kemal Atatürk İlkeleri Doğrultusunda Meydana getirilen İnkılaplar
- Toplumsal Alanda Meydana getirilen İnkılaplar
- Mustafa Kemal Atatürk İlkeleri ve İnkilapları Arasındaki İlişki
- Milliyetçilik ilkesi doğrultusunda meydana getirilen inkılaplar
- Iktisat ve Sıhhat Alanında Meydana getirilen İnkılaplar
- Sıhhat Alanında Meydana getirilen İnkılaplar
- Ekonomik Alanda İnkılaplar
- Mustafa Kemal Atatürk İnkılapları